‘’Dünyanın Dibinde Meçhul Bir Ülke !‘’
“Güneşin batmadığı imparatorluk” adıyla sömürgecilik tarihinin en kara sayfalarını yazan İngilizler, toprağının her metrekaresinden “gelir” fışkıran bu adayı, doğal olarak, sömürecekleri yeni bir kaynak olarak gördüler. Bu doğrultuda bu koskoca kara parçasını onların namına kemirecek insan arayışına girdiler.
Bu ada irisi, koskoca okyanusun ortasında zaten açık bir hapishaneydi. Eh, hal böyle olunca orada çalıştırmak için ellerindeki suçlulardan daha iyi adaylar mı bulacaklardı. İlk etaplarda 25.000’i kadın tam 161.000 hükümlü postaladılar oraya. İrlanda’nın bağımsızlığı için savaşan kriminal ya da siyasi suçlular da vardı bunların arasında.
Keşfedilmeden önce buraya “Terra Australia İncognito” yani “Meçhul Güney Ülkesi” diyorlardı. Esas adını, bir başka kaşif olan Flinders verdi. 1804’te oluşturduğu haritasında Flinders bu kara parçasını “Australia” olarak adlandırdı.
Avustralya aynı zamanda “Down Under” (Dibin altı) diye anılır. Bunun nedeni olarak ta güney yarımkürenin en aşağısında yer alması gösterilse de işin altında esasen sinsilik yatar…İngilizlerin Avustralyalıları hor görmek için taktıkları söylenir ! Ancak bu hor görülen hükümlüler öyle bir ülke yarattılar ki, burunları havada, kendilerini “mavi kanlı” asılzadeler olarak gören İngiliz insanlık müsveddelerinin şimdiki kuşakları oraya yerleşebilmek için can atıyor.
Dünyanın en cana yakın, yardımsever insanları arasında yer alan bu insanlar çağdaş ülkeler arasında saygın bir yer alan Avustralya’yı yarattı. Başta spor olmak üzere bir çok konuda benim diyen bir çok ülkeyi geride bıraktılar. Spor derken de (İngiliz Uluslar Topluluğuna ait kriket, rugbi, vs gibi sporlar dışında) yüzme ve teniste hep ilk sıraları alıyorlardı. 1960’lardan itibaren çeyrek asra yaklaşan bir süre bilhassa teniste şampiyonluklara adeta abone oldular. Alın size hafızanızı canlandıracak isimler : (erkeklerde) Laver, Emerson, Roche, Rosewall, Newcombe, Cash, Woodbridge-Woodforde ; (kadınlarda) Court, Goolagong, Cowley.
Sonraları hangi çok-bilmişin aklına geldiyse “geliştirme programını” merkezileştirme sevdasına düştüler. Tüm dünya açılırken bunlar kapandı. Sonuçta da tüm sistemi bozdular ve boş geçtikleri uzunca bir dönem başladı. Akılları başlarına gelince aradan Hewitt ve Stosur burun uzattı. Pek yakın bir zamanda da özel koçlara izin vermeye başlayınca Kyrgios ve Kokkinakis gibi gençler ortaya çıkmaya başladı.
“Avustralya Açık” ise her zaman oyuncuların en sevdiği turnuvalardan biri olmak özelliğini korudu. Yılın ilk büyük turnuvası olarak, oyuncular tatilden yeni de çıkmış olsalar, ısının yüksekliği ve nemin tavan yapması gibi faktörler bile onları vazgeçirmedi. İşte buyrun yarın başlayacak “2016 Avustralya Açık” öncesi sizlere ilginç bazı bilgiler…
• İlk turnuva 1905 yılında yapıldı. Ama 1924’e kadar kavruk kaldı. O zamanlar adı “(Australasian Championships)Austra-Asya Şampiyonası”ydı. Bu yıldan itibaren büyük bir şampiyona haline getirildi.
• Avustralya’nın uzaklığından dolayı 20. yüzyılın ortalarına kadar çok az yabancı raket bu turnuvalara katılabildi. Zira 1920’lerde bile bir geminin Avrupa’dan Avustralya’ya seferi 45 gün sürüyordu ! Gemiyle ilk gelenler 1946’da ABD Davis Kupası takımıydı.
• Önceleri Avustralya’nın beş çeşitli kentinde yapılırken 1972’den bu yana sadece en büyük nüfusa sahip Melbourne kentinde organize ediliyor.
• 1988 yılına kadar bir çim-kort turnuvasıydı. O yıldan bu yana iki tip sert-zemine sahip oldular. 2007’ye kadar “Yeşil Rebound-Ace” sonrada “Mavi Plexi-Cushion”. Plexi-Cushion dayanıklığı ve ısıyı yansıtmama özelliği ile tercih nedeni oldu.
• ABD Açık’tan sonra en fazla seyirci çeken turnuvadır. Talep her yıl inanılmaz bir sayıda artıyor. Wimbledon bunların ardında kalıyor.
• Oyuncu ve izleyicilerin sıcak ve nemden etkilenmemesi için üç ana kortunu açılır-kapanır bir çatıyla konuşlandıran ilk büyük turnuvadır.
• Oyuncuların bir kısmı Avustralyalı tenissever ailelerin yanında misafir edilir. Bunu tercih eden oyuncu çoktur.
Avustralya ayak basmadığım topraklardan biridir. Ancak tanıdığım onca oyuncu, hakem, idareci, dost ve gezginin birinden bile bu ülke hakkında menfi bir şey işitmedim. Ne mutlu onlara.
Her yıl fevkalade sürprizlerle karşılaştığımız Avustralya Açık bu kez de göreceksiniz bizleri umulmadık skorlara tanıklık ettirecek. Perşembe’nin gelişi Çarşamba’dan belli olurmuş…İzleyeceğiz. Hoşkalınız.
‘’Futbol Asla Sadece Futbol Değildir !‘’
Bazı kitaplar vardır ki “kült” olur. Başucunuzdan ayıramazsınız. Dünya spor yazarları arasında saygın bir yeri olan Simon Kuper’in “Football Against The Enemy” (Düşmana Karşı Futbol) adlı kitabı böyledir. Her okuyuşunuzda bir başka zevk alırsınız. Spor camiamızın yabancı dil bilip, okuyan ve düşünebilen nadir fertlerinden biri olan sevgili Yiğiter Uluğ yıllar önce bu kitabı yayına hazırlarken bu deyişi de imbikten süzüp çıkarmış ve Türkçe tercümesine başlık yapmıştır. Deyim öylesine “cuk” oturmuştur ki, beğenin ya da rezilane bulun, dünyadaki en büyük endüstrilerden biri haline gelmiş olan futboldan kim ne zaman bahsetse bu ibare geçmeden olmaz.
İşte Sir Alex Ferguson’un son kitabı “Leading” (“Liderlik” ya da “Yönetmek”) kült olmaya bir başka aday. Ekim ayında yurtdışında kitabevlerine ulaşan bu eserin, umarım yakın zamanda tercümesi yapılır. İster sporcu olsun, ister holding CEO’su, ister ordinaryüs profesör…Her kesimden, her türlü insanoğluna okumasını öneririm.
38 yıllık yöneticilik yaşamında 49 kupa kaldırmış ve Manchester United futbol kulübünü dünyanın başlıca markalarından biri haline getirmiş Sir Alex’in deneyimlerini ve önerilerini öğrenmek istemez misiniz ? Buyrun okuyun.
Bakın kitabın ortak yazarı ve dünyanın sayılı şirketlerinde üst düzey yöneticilik yapmış Sir Michael Moritz ondan nasıl bahsediyor : “…Sir Alex, herkes gibi, sevilmekten hoşlanır. Ama her zaman mesafesini korudu. Alçakgönüllüğü ve ahlakı ön planda tuttu. Onun ahlak anlayışı, başarının çoğunu kendilerine yontan havalı insanlardan çok farklıydı…O, başarıyı beraber çalıştığı insanlara atfederdi. Kendilerinden ve başarılarından üçüncü çoğul şahıs imiyle bahseden hazımsızlardan değildir. Başarının bir takım oyunundan kaynaklandığını ve bunda, bu köklü kuruluşta kendilerinden önce o koltukları dolduranların da hakkı olduğunu sindirmiş biriydi. Onun için önemli olan kendilerinden sonra geleceklere bu kurumu daha gelişmiş bir şekilde bırakmaktı. “
“Liderliği aynı harfle başlayan üç kelimeyle tanımlar : Sebat-Hazırlık, sabır ve süreklilik. Sonra da devam eder : Bir lider bilgisini paylaşmaktan zevk almalı ve bunu ekibine hissettirmelidir. İnsanlara özgüven aşılayın. Onların kurumlarına olan inançlarını pekiştirin. Bu yöntem bir despot ya da tiran gibi “yaptım, ettim, sattım, aldım” tipi kişisel noksanlık göstergesi yaklaşımlardan daha iyi sonuç verir. İnsanları hor görerek bir yere ulaşamazsınız. Onların korkusunu değil saygısını kazanın. Onları başarılara alıştırın. Performanslarını daha da geliştirebileceklerine inançları olsun. Sizin yeteneklerinize güveniniz tam olabilir. Ama bu özgüveni başkalarına aşılayabilmek bambaşka bir şeydir.”
“Yönetmek ile Liderlik arasındaki en önemli fark işi delege etmektir. Bunu yaparken de standartlarınızı çok yüksek tutmanızda yarar vardır. İnsanları yapamayacaklarını sandıkları işi yapacaklarına inandırmak, onlara “imkansız” diye bir şeyin olmadığını benimsetmek liderlikle yönetmek arasındaki başlıca farktır. Zamanınızı harcayacak işlerle vakit yitirmeyin. Kararınızı verin ve işi, sizin tarzınızı bellemiş insanlara, delege edin. Diğer işleri nasılsa üstlenecek, bilhassa yönetim kurulu masalarında boş işlerle zaman geçirebilecek, çok kişi bulunacaktır.”
“Servet niteliğinde paralara oyuncu alabilirsiniz ama sonunda sahaya çıkarabileceğiniz oyuncu sayısı bellidir. Ama önemli olan sadakat, süreklilik ve takım-ruhudur. Cebinizdeki milyonlarla kısa-süreli bir başarı elde edebilirsiniz. Ama bu yöntem uzun soluklu bir plan için geçerli olmayacaktır. Bunun için sabır ile komple bir organizasyonun kurulması gerekir. Büyük bir takım, altyapısı sağlam bir organizasyon kurulmadan sahaya çıkamaz.”
“Rakiplerinizin ne yaptığından fazla kendinizi nasıl geliştirdiğiniz önemlidir. Rakibinizle ilginizi abartmayın...Onun gücü hakkındaki vurgularınıza dikkat edin. Fazlası oyuncunun kafasında kuşkulara yol açar ! Rakibinizin gücünden çok zaaflarına konsantre olun. Unutmayın korkunun ecele hiçbir zaman yararı yoktur !”
“Beslenme, spor ve tıp bilimi, bilgi ve video analizleri ve hepsinden önemlisi optometri (göz-kırılma kusurları bilimi) sporun ve bilhassa futbolun gelişiminde büyük rol oynadı. Bu doğrultuda bilime ve gelişime büyük önem verilmesi gerekir. Bilimin hızına ayak uydurmak lazım.”
“Oyuncuları kendi yetenekleri doğrultusunda geliştirmek çoğunlukla sizin önceliklerinizden daha iyi sonuçlar verir. Her zaman bildiklerinizden emin olmayın. Belki karşınızdaki sizden de iyi biliyordur. Unutmayın ki hepimiz ana ve babalarımızın DNA’larından oluşuyoruz…Büyütüldüğümüz çevre ile verilen eğitim de bizim formasyonumuzu sağlar. Ama tümüyle kendi denetimimiz altında olan iki aracımız da vardır : Onlar gözlerimiz ve kulaklarımızdır. İnsanları izleyin, söylediklerini dinleyin ve onlar hakkında yazılanları okuyun. Bunları tartın. Sonra karar verin. Haklı da olabilirsiniz. Zaten spor ve bilhassa futbol herkesin “üstat” olduğunu sandığı bir konudur ! Halbuki çoğunlukla bilgi dağarcıkları bir incir çekirdeğini bile doldurmaz.”
“Oyuncuları teşvik ederken onların mücadele içgüdülerine, yaptıkları işten erişecekleri onura ve başarıya, birinciliğe ulaşmanın hazzına değinin. Maddiyat gelir gider, harcanır. Ödüller ebedidir.”
“Bir oyuncunun peşindeyseniz yapacağınız alışverişte karar-mekanizmasının kim olduğunu iyi saptayın. Eğer gençse, bu genellikle oyuncunun kendi değildir. Babası da değildir. Zira babalar çoğunlukla çocuklarının üzerinden varsıl bir yaşam kurmanın peşindedirler. Karar verecek olan anadır. Anne çocuğu için neyin en yararlı ve en iyi olduğunu bilmek isteyecektir.”
“Sporcunun dış dünyadan kendisini soyutlayabilmesi için gereken iç-disiplin günümüzde geçmişten çok daha önemlidir. Radyo, gazete, kitap üçgenli günlerden nerelere geldik. Ne isterseniz en yakın çevrenizde anında ulaşabiliyorsunuz. Onun için bugün kariyerlerinin doruğunda olan sporcuların kendilerini dış dünyanın çekiciliğinden koruyabilenler olduklarına şaşmamak lazımdır. Örnek mi istersiniz : Federer, Djokovic, Giggs, Ronaldo, Rooney, Beckham, Mayweather, Serena ve daha niceleri.”
“Mükemmelliğe giden yol, rotanız üzerindeki sürprizleri elemenize bağlıdır. Zira yaşam beklenilmezlerle doludur.”
“Emekliliğime karar verdiğimde bir dostum bana bir tavsiyede bulundu : “Terliklerine bağlanma !” Emeklilik, bana iş yaşantım esnasında yapamadığım nice şeyi gerçekleştirebilmeyi sağladı. Bunun yanında geriye dönüp baktığımda özlemini duyduğum şeyin ne olduğunu biliyor musunuz ? Ne bir şampiyonluğun ardından yapılan şeref turu, ne yeni bir yetenek keşfetmek, ne de korakor bir maçtan zaferle çıkmak. Benim özlemim insanlarla paylaştığım tecrübeler, yıllarca işbirliği ettiğim, adeta birlikte yaşadığım insanlarla olan yoldaşlığımdır. İşte bundan dolayı da kahvaltım biter bitmez terliklerimi atıp, ayakkabılarımı ayağıma geçiriyorum.”
Sevgili okuyucu, hepinize yeni yılda itidal ve esenlik dolu mutlu günler dilerim.
Hoşkalınız.
‘’Tenis Yaşamı Yıpratıcıdır…Zordur !‘’
“01 Ocak” günleri çoğu insan yeni yılın ilk saatlerinin tadını çıkarmaya, ya da bir gece öncenin mahmurluğunu üzerinden atmaya çalışır.
Çağla Büyükakçay ve İpek Soylu bu ülkenin önde gelen tenisçileridir. Başta Çağla, her ikisinin de çabası ve bu ülkenin tenisine katkıları her türlü övgüye değer.
İşte bu tarihte bu kızlar dünyanın öbür ucunda , biri Çin’de diğeri de Yeni Zelanda’da eleme turundan ana-tabloya çıkabilmek için uğraş veriyorlar. Yanlarında beyaz camda sürekli izleyebildiğimiz ağır-abla ve ağabeylerin beşer onar kişilik ekipleri, yoldaşları yok. Büyük olasılıkla yalnızlar...En yakın dostları ellerindeki bavullar ve otel odaları !
Hani bunu niye yazıyorum derseniz. Son günlerde çocuklarını pazarlamaya çalışan ebeveynlerin arttığını duyuyorum. Kendi eksikliklerini çocukları üzerinden gidermeye çalışan, hani cin olmadan şeytan çarpmaya çalışan cinsten ! Onlara seslenmiyorum. Benim çabam hakikaten samimiyetle bu işe eğilen ana ve babaların kulaklarına küpe olabilmek.
Hoşkalın.
‘’Tenis ve 2016 Olimpiyatları…‘’
Bu grubun belirli bir süredir Türk Tenisinin büyük bir ağırlığını çekmekte olduğunun elbette bilincindeyim. İstediklerini yapmak tamamiyle kendi tasarruflarıdır. İster turnuva alırlar ister satarlar. Kendi bilecekleri işlerdir. Ama böyle bir yatırım için “Marsel Olimpiyatlara girsin” diye bir neden gösterirlerse bu abesle iştigaldir.Oyuncuya yönelik te yakışıksızlıktır. Koskoca şirketin böyle uyduruk haberlere gereksinimi olduğunu düşünmüyorum.
Marsel bugün itibarıyla ATP dünya sıralamasında 114. sıradadır. “Keşke” diyeceğimama, oyununda beklenmedik bir gelişme göstermediği sürece (bence bir mucize olmadıkça), bu olimpiyatlara giremez. Nedenine gelince aşağıda göreceksiniz…
Tekler kategorisinde 64 tenisci mücadele edecek. Buradaki fikstür 06 Haziran 2016 tarihindeki ATP ve WTA sıralamalarındaki ilk 64 raket arasından oluşacak. Ancak bu katılımda her ülkeden 4 oyuncudan fazlası yer alamayacak. İlk 64 raket arasına en fazla oyuncu sokan 9 raket ile İspanya, 7 raket ile Fransa ve 5 ile ABD. Diğer ülkelerin 4’ün üzerinde oyuncusu ilk 64 içerisinde pek yok. Katılım için bir başka sınırlayıcı madde ise oyuncunun 2013, 2014, 2015 ve 2016 yıllarından iki tanesinde ülkelerini Davis ya da Fed Cup’ta temsil etmek üzere seçilmiş olması (illa oynamasına gerek yok). Bu iki yıldan bir tanesinin de 2015 ya da 2016 olması lazım. Buna uymayacak oyuncu yine pek yok. İşte şimdi Marselİlhan ile ilgili bu haberin ne denli abartılı ya da yakışıksız olduğunu anladınız mı ?
2016 Rio Yaz Olimpiyatlarının tenis karşılaşmaları 06-14 Ağustos arasında “Olimpik Tenis Merkezi”nde oynanacak. Bu tesis dünyadaki en modern birimlerden birisi olarak lanse ediliyor. Başında da fevkalade sempatik Brezilyalı efsane GustavoKuerten var.
Bu yaz tenisin olimpiyatlardaki 15’ci yer alışı. Bu sayıya 1968 ve 1984 olimpiyatları girmiyor…Zira o yıllarda sadece gösteri amaçlı oynandı. Biliyorsunuz tenis olimpiyatlara 1988 yılında resmi olarak geri döndü. O yıldan bu yana ise sekizinci turnuva. Yani çeşitli nedenlerle maalesef her yıl yapılamadı.
Olimpiyat Tenisi bu yıl ATP puanı vermeyecek. Bu eksikliğin zirvedeki raketleri pek etkilememesi bir yana işin şerefi sözkonusu olan bir turnuvada “puan” oyuncuların çoğunca kayda alınmayacaktır.
Teniscilerin çoğu, buraya ABD anakarasındaki turnuvalardan gelecekleri için, kortlar uyum sağlayabilmek amacıyla hızlı-sert zemin olarak yapılmış.
Çiftlerde de 32’şer takım mücadele edecek. Karışık-Çiftlerde ise 16 takım ter dökecek. Katılımı kesinleşen başlıca takım İsviçre. Efsaneler güç birliği yaptı : “Federer-Hingis”.
Erkek-Finali hariç tüm maçlar üç set üzerinden yapılacak. Sadece tek-erkekler finali beş setten oluşacak. Genelde tüm setlerde tie-break uygulaması varken tek-erkekler finalinin son setinde ve üç-setlik maçların üçüncü setinde normal “avantaj” kuralı uygulanacak. Olimpiyat tenisine geri dönen karışıklar kategorisinde ise bütün setlerde “avantaj” kuralı geçerli.
Gelecek yılın tüm insanlığı itidale kavuşturmasını dileyerek hoşkalınız.
‘’Behbut Cevanşir (16 Yıl Sonra)…‘’
Baban çuha sahalarda para saçarken, sen Almanya’da iki göz bir odada ihtisas yapmayı yeğledin. Yıllar sonra seni Çapa’da ihtisas imtihanında üstelik “Almancan yetersiz” diye çaktırdıklarında lanet olsun demedin. Tekrar girdin ve birincilikle kazandın. Kimseye sırtını sıvazlatmadan (!), önce doçent sonra profesör oldun.
Nazmi (Bari) ve Suzan’la (Gürel) beraber teniste fevkalade bir devre imza attın. Yetinmedin kulübüne Başkan oldun. İki yıl hariç tam 26 yıl başkanlık yaptın. Kimseyi kırmadan hep üzerine koyarak tam 26 yıl. Kıymeti kendinden menkul kişiler greyderlerin üzerinde Klu Klux Klan örneği meşalelerle TED’i yıkarken sen gençler kışın antrenmansız kalmasın diye kapalı salonu kurtarmaya çalışıyordun. Onlar için para ve menfaat ülkeden önce geldiği için ikna edemedin. Dişini tırnağına taktın. Nice belediye sarayından kovuldun, nice banka sahibince aşağılandın, hakaretler duydun. Yılmadın, iki sene içinde ülkene, kulübüne olanakların elverdiği en modern kuübü armağan ettin. Hem mimar hem mühendis hem amele olmakla kalmadın, uçup (!) giden paraları cebinden takviye ettin. Kimse ne bir laf, ne bir serzeniş duydu. İnşaat esnasında bile sporculaırnı unutmadın; Onları kortsuz, antrenmansız, maaşsız bırakmadın. Zaman oldu Amerikalarda okuttun onları. Zaman oldu bizzat ailerinin bile geçimlerini sağladın.
Ameliyathanenin ısınması için yakıt bulmaları gerekirken, özel hasta bakan fakülte sorumlularını paçavraya çevirip emniyete düşmekten çekinmedin. Millet özel kliniklerde zenaat eylerken, sana inanan birkaç doktorla birlikte Halıcıoğlu’nda koskoca bir “Ağır İşiten Çocuklar Merkezi” açtın. Tüm finansmanını reklam şirketi gibi çalışarak bulduğun sponsorlarla karşıladın. Şimdi belki Avrupa’da eşi yok. Nice engelli çocuk sayende duyuyor ve konuşma öğreniyor.
Türk Tenisinin yurtdışına açılmasını sağladın. Üç-beş kulübün elindeki bu sporun yurt çapına yayılmasına önayak oldun. TÜTEGEV’i (Türk Tenisini Eğitme ve Geliştirme Vakfı) kurdun. Kendi elinle çeşitli yerlere yerleştirdiklerin, kendi elinle beslediklerin sana rezilce ihanet ederken, onlara doğruyu göstermek için mücadele verdin. Onları gördüğünde niye ayağa kalktığın sorgulandığında “onlar utansın” diyebilecek bilgeliğe varmıştın. Zaten ömrün boyu kimseye küsmeden yaşadın ya.
Yaşantın hastaların, fakülten ve sporcuların arasında geçti. Ne mutlu sana. Belki ölümü bile zamanında seçtin. Bu onurlu yaşam, geleceklerinin sinyallerini veren pespayelere ve onların pespayeliklerine zaten dayanamazdı.
Sevgili Bibi, tam 16 yıl oldu (29 Kasım 1999) sen bu dünyadan apansız göçeli. Özde dayımdın ama Seni hep tanıyamadığım babamın yerine koydum…Küçük bir çocuk olarak ne denli doğru bir karar vermişim. Ömrümce aynı yolu sürdürdüm. Seni her anımsayışımda özlemim artıyor. İyiliğinin, dürüstlüğünün, çelebiliğinin derinliğini düşündükçe onur duyuyorum. Ne mutlu bana ki hala seni örnek alabiliyorum. Hoş kal.
‘’Bir Şampiyonun Endişesi !‘’
Novak Djokovic şüphesiz son yılların en büyük teniscisidir. Hem bir sporcu hem de insan olarak kendisini sürekli geliştirdiği aldığı sonuçlarla da kanıtlanmaktadır. Şu sıralar Londra’da “World Tour Finalleri” yani daha bilinen şekilde ilk sekiz teniscinin yılın son hesaplaşmasını yaptığı “Masters”oynanmaktadır. Djokovic zorlanarak çıktığı yarı-finallerde elense bile yılı birinci sırada bitirmeyi garantilemiş vaziyette.
Roger Federer ise tarihin yazdığı en büyük teniscidir. 34 yaşındaki bu efsane grup maçlarında karşılaştığı Djokovic’i 75, 62’lik net bir skorla yendi. Burada önemli olan skor değildi.
İsviçreli raket net bir skor elde etmekle kalmadı. Djokovic’i bir türlü çözememiş cümle aleme onun nasıl yenilebildiğini gösterdi. İşte buradan itibaren Djokovic için endişeli günler başlıyor.
İsviçreli onun backhandine uzun ve yüksek toplar atmakla kalmadı. Servis karesinin içine kısa ve alçak toplarla onu öne çekti. Yumuşak karnı olan voleyi bir türlü benimseyememiş rakibine karşı tüm maç boyu oyunu sürekli karıştırdı. Kısacası bir denge timsali olan Sırp rakibinin tüm konsantrasyonunu allak bullak etti. Müdafadan hücuma en iyi geçebilen tenisci yüksek toplara bildiği atak yanıtları veremedi. Öne geldiği toplara ise yetişse bile ya fileye taktı ya dışarı attı. Bir ara gökten yardım istedi (!) , o da olmadı.
Djokovic için şu vuruşu dünyada en iyi yapan adam diyemezsiniz. Ama onun hakkında “şu vuruşu kötü” de diyemezsiniz. Çünkü onun hiçbir vuruşu “on üzerinde on” değildir. Belki sekizdir. Ama hiçbir vuruşu da kötü değildir. Onlar da “sekizdir”.
Novak yarı-finallerden de finalden de zaferle çıkabilir. Ama ne olursa olsun Federer’e karşı aldığı sonuç onu endişeye yöneltecektir. Muhakkak ki şimdi o da antrenörleri ile oturup buna karşı bir iyileştirme oluşturmaya çalışacaklardır. Çok zor olacak bu. Bence bu tarihten sonra tenis Djokovic’e karşı rekabete fevkalade açık ve daha da zevkli olacaktır.
Hoşkalınız.
‘’Oradan buradan derken…Yöneticiler !‘’
Öyle bir evreden geçiyoruz ki sanki “ey yüce varlık sınıyor musun bu güzel ülkeyi” diye düşünmeye zorluyor insanı ! Bir yandan yeise kapılıyor, sevinmek gereken haberlere bile çekinceyle yaklaşıyorsunuz. Öbür yandan bedbahtlığın sorunlara çare olamayacağının bilincinde kendinizce bir şeyler yapmaya çalışıyorsunuz. Çok sevdiğim Kemal Tahir’in “Esir Şehir” üçlemesinde (Yol Ayrımı) bir özdeyişi vardır. “…Gerçek romantikler, ne kadar yumuşak, hatta gözü yaşlı gözükseler, gerçekten üzülmezler. Zira, romantik olmak bencil olmaktan ileri gelir bence…Gerçekten üzülebilmek için insanın gerçekçi olması gerekir” der. Onun için karar kara düşünüp durmakla hiçbir yere varılamaz.
Bir ulusal maç oynanılacak. Maçtan önce yapılan bir “saygı” duruşunda bile saygılı olamıyorsak, sevgimizi yansıtamıyorsak üzülmek ne işe yarar. Yasımızı paylaşamadığımız insanlarla geleceğimizi nasıl birlikte kurabiliriz ki ?
Futbolda “Euro 2016”da mücadele edebileceğiz. Son maçlarda elde edilebilen bir sonuç bu. Daha doğrusu tüm gruplardaki rakiplerimizin birbirleriyle aldığı sonuçlar Paris’e ulaşabilmemize katkıda bulundu. Başta Fatih Terim olmak üzere tüm ekibi kutluyoruz…İnancın bir göstergesidir bu. Ama öte yandan eloğlunun skorlarıyla varılan bir sonuçtan kendimize aslan payını çıkarmayı anlayamıyorum. “El kazanıyla aş kaynamaz” der eskiler. Dünya futbolunda esamesi bile okunmayan Çek Cumhuriyeti ve İzlanda gibi ülkelerin birinci ve ikinci olduğu bir gruptan biz ancak üçüncü olarak çıkabiliyorsak bu bir başarı mıdır ? Yoksa şapkamızı önümüze alıp gerçekçi bir spor yapılanmasına nasıl ulaşabileceğimizi mi düşünmemiz gerekir ? (Terim bu yapılandırmanın önemine geçtiğimiz yıl Haliç Kültür Merkezinde yaptığı toplantıda işaret etmişti.) Unutmayın ki körler ülkesinde şaşılar padişah olur. Hırsları mantıklarını aşmamış insanların en öncelikli görevi çevrelerini yapılan yanlışlara karşı uyarmaktır. Bir ülkede de sevgiyi, saygıyı yitirmemek, insanların arasındaki ilişkiyi korumak için yapılması şart olan budur.
Sanmayın ki spor yöneticiliğinde atılan yanlış adımlar salt bize mahsustur. Dünya futbolunun en üst makamlarının girdiği çamuru alem duydu. Ne Blatter’i kaldı ne Platini’si ne de Beckenbauer’i !
Sadece sıfatları “Yönetici” !
ABD Tenisinin girdiği açmazı hepimiz görüyoruz. Erkeklerde cihana hükmeden bir ülke yanlış uygulamalarla ilk 10 arasına tek bir raket bile sokamıyor. Üst üste yönetici değiştirip duruyorlar. Onlara en büyük kaynağı sağlayan ünüversite tenisini yanlış uygulamalarla bitirdiler. Kadınlarda (yeni çıkan ama nereye gidecekleri meçhul raketlerle) biraz daha iyiler, ama Serena Williams olmasa, ne durumda kalırlardı, koskoca bir soru işareti. Kadın öyle üstün ki onca fazla kilosuna rağmen yıllardır tek başına kupaları alıp götürüyor. Babasından başka da kimse yetiştirmedi onu ! İşte size bir dünya devinin ancak çapsız yöneticileriyle düşebileceği bir kara delik !
Yerinde duramayan bir karaktere sahip olan efsane raket Jimmy Connors 35’ini geçip sakatlıklar yüzünden turnuvaları alargaya aldığında yeni bir proje attı ortaya. Tenisi yediden yetmişe her insana sevdirmek, herkesi eğlendirmek için 35 yaş üzeri yıldızları kapsayan bir “Champions’ Tour” oluşturmuştu. Bu tur 1993 yılında 3 turnuva ile başlamış ve 2001’de 11 ülkede 20 turnuvaya ulaşmıştı. Grand-Slamler hariç, finalleri bile bomboş tribünlere oynanılan nice profesyonel turnuvaya karşın, onların biletleri ilk turdan itibaren yok satıyordu. Adamı “huysuz” diye küstürdüler. “Champions’ Tour” ATP yandaşlığında özel bir yönetim şirketinin kanatları altına girdi. Bugün turnuva sayısı bir elin parmaklarını bile geçmiyor. Connors’ların Borg’ların peydahlandığı sahalarda bugün orta-karar(no-name) azami 3-5 tenisci ile turnuva yapılıyor. Üstelik bunlara bile istenilen bedeller ise el yakıyor. Web-Sitelerine baktığınızda herkes var. Ama babalardan (!) sahaya çıkan yok.
Bir zamanlar tenisin pırlantası olan bir Avustralya ancak yeni yeni çıkarmaya başladığı genç yıldızlarını idare etmekte zorlanıyor. Kyrgios, son yılların en yetenekli genci. “Etik-prensipleri” koruduklarını ileri süren bir takım at-gözlüğü takmış birileri onu güya terbiye edecekler. Önce çocuğu şişirdiler. Şimdi verecek ceza arıyorlar. Sanki papaz okulu idare ediyorlar. Adı üzerinde adam “delikanlı” ! Kanı kaynıyor. Üstelik asi. 30 yılı aşkın bir süredir ulaşamadıkları Davis Kupasına ramak kalmışken adamı kadro dışı bıraktılar. İngiltere’de tek bir oyuncusuyla (Murray) onları yarı-finalde ezdi geçti. Buna da yöneticilik deniyor !
Bizim tenisimiz de, sporumuzun içinde bulunduğu yönetici zâfiyetinden, yeterince payını alıyor. Zamanında saha içinde ve dışında her türlü kabalığı, densizliği yapanlar idareci olarak görev alıp, etiket dersleri vermeye yelteniyorlar ! Hırsları mantıklarını öyle sınırlamış ki gülünç olduklarının farkına varamıyorlar. Kulüpler, çarpık yöntemler uyguladıklarından, esas işlevleri olan oyuncu yetiştireceklerine, onları bile ellerinde tutamazken, 30’unu aşmış raketleri, “Futures” (geleceği olanlar !) turnuvalarında yarı-finale kaldığında bunu “bir başarı öyküsü” olarak yutturmaya çalışıyorlar. Sonra da “senyör-veteran” turnuvalarına servet döküyorlar. “Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu” derdi eskiler. Hadi canım siz de !
Güzel İzmir
Yıllar sonra ilk kez, bir tenis etkinliğine katkıda bulunmak için, İzmir’e gittim. İki dostum Mansour Bahrami ile dünya 14’cülüğüne kadar çıkmış Younes El Aynaoui’ye bir gösteri maçı oynayacaklardı. Onlara eşlik ettim (Bu arada Ankara’daki vahşetten sonra telefonumu ilk çaldıran Mansour sonraki de Younes oldu. Bununla da yetinmeyip bir de sesli whatsup mesajı kaydetmişler).
İstanbul gibi bir sırtlan pazarından sonra, ne denli albenili olduğunu hani neredeyse unutmuş olduğum “Güzel İzmir”, insanı dinçleştiriyor. Kentin uçaktan gece görüşü şahane…Bir ecenin boynundaki gerdanlık gibi parıldıyor. İnsanları tebessüm nedir unutmamış. Nezaket içerisinde karşılanıyorsunuz. Eğlenceleri medenice. İnanmayacaksınız ama trafikte birbirlerine yol veriyorlar ! Bir belediye başkanı jean-gömlek giymiş, samimiyetle yaklaşıyor hemşehrilerine. Turnuvada çalışanların büyük bir çoğunluğu her yaştan gönüllü ama işlerini ciddiyetle yapıyor ilk fırsatta kaytarmıyorlar. Sponsor, küçük dağları ben yarattım edalı değil. Zamanında bir bankamız yöneticilerinin isim-sponsoru oldukları bir etkinlikte, dünyanın en büyük meşrubat firmasına set çekmeye çalıştıklarına şahit olmuş ve “nasıl bir yönetici beyni” diye hayıflanmıştık. İzmir’de ise paylaşarak büyüme arzusu hissettik.
Younes ile fevkalade sempatik Ümit Davala çiftine karşı Mansour ile Behzat Gerçeker’in yaptığı şov izlemeye değerdi. Hislerini pek belli etmeyen Mansur bile eğlendiğini itiraf ederek “keşke benim üzerime biraz daha oynasalardı” dedi !
Böyle bir etkinliğin kentin en güzel ve merkezi yerlerinden Kültürpark’ta (zaten var olan bir tesiste) yapılması varken, epey uzak ve izleyicilerin adeta kaybolduğu dev gibi ve kullanılmamaktan eskimiş bir mekana itilmesini anlamak mümkün değil. Neden böyle bir güzellikten kentin çoğu soyutlanır? Evet eğitim merkeziniz Örnekköy olsun. Ama bu bir eğlencedir…Tüm İzmir’in izlemesi, eğlenmesi, öğrenmesi sağlanmalıdır. Mantığın galebe çalmasını şiddetle arzu ediyorum. Bu husus sadece benim değil, oyunculardan baş-hakeme kadar herkesin gönlünden geçti.
Ah Güzel İzmir seni anarken gözüm doluyor…İnan olsun temiz bir nefes gibi geldin bana.
Hoşkalın.
‘’Sahte Ayrıksı !‘’
Günün ilk maçında Çek Kvitova İtalyan rakibini çabuk geçti. İşin ilginç yanı, bir çift ustası olan Pennetta’nın rakibini voleye gelerek zora sokacağını düşünürken fileye yanaşmadı bile. Aksine ilk sette skoru güvene aldıktan sonra filede işi bitiren Çek raket oldu. Sonra ikinci sette Kvitova gitti yerine acemi bir tenisci geldi. Yılların kurdu İtalyan da bu olanağı geri çevirmedi ve setleri eşitledi (64, 46). Üç sete uzamış bir maç bu denli sıkıcı olabilir mi ? Yemek yapmak çok daha çekici geldi. Son sette de Kvitova bitmişleri oynayınca Pennetta 62 alarak maçı bitirdi ve yarı-finaldeki ikinci İtalyan oldu.
Sonra beklediğim esas maç sahne aldı. Azarenka-Halep. Önceki yazımda belirttiğim gibi bu Romen teniscinin ağır-ablaların arasında olduğunu tescil ettireceği bir maç. Yoksa “Wozniacki gibi bir istatistik olmaktan öteye gidemez” demiştim. Azarenka ise yerinin ilk 5 arasında olduğunu ve Serena’nın artık yeniden esaslı bir rakibi olduğunu betimlemeye çalışacak.
Azarenka fiziken çok güçlü. Bu gücüyle vurduğu toplar rakibini üzerine gülle gibi geliyor. Halep ise kadın tenisinin mükemmel atletlerinden. Çok süratli. Sabırlı da. Hal böyle olunca maçın başlamasıyla birilikte Halep’in taktiğinin rakibinin oyununu bozmak ve onun zaten hassas olan moralini çökertmek üzerine kurulu olduğu anlaşıldı. İlk sette başarılı oldu.
Giyim kuşamı ve hatta davranışlarıyla beceriksizce ayrıksı ve ilginç olmaya çalışan ve bu yolda bazen iyice itici olabilen Azarenka ne yaptıysa, az hatayla ve sabırla her topa yetişen rakibini alt edemedi. İlk set 63 Halep’in oldu.
İkinci sete Belarus’lu tenisci daha da agresif başladı. Artık voleye geliyor, gücünü sonuna kadar kullanıyordu. 2-0 öne geçti. Sonra 4-2 oldu. Sonra birbirlerini karşılıklı kırdılar ve setler eşitlendi (64).
Üçüncü sete müthiş bir başlangıç yaptılar. Azarenka rakibini arka çizginin 2 metre ardına itmeye, öbürü de bir köşeden diğerine bıkıp usanmadan koşarak yanıt vermeye ve karşısındakini hataya zorluyordu. Maçın en uzun oyunu oldu. Sonunda Azarenka servisine tutunduğu gibi bir sonraki oyunda da rakibinin servisini de aldı ve oldu son set 2-0. Sonra Halep rakibini kırdı (1-2). Tam durumu eşitleyecekken (40-15) beklenmekte olan yağmur erken geldi ! Ara verildi.
Tekrar sahne alındığında Halep durmu eşitledi (2-2). Azarenka alıyor , Halep eşitliyor formatı biraz daha sürdü (3-3). Sonra aklın kaba güce karşı üstünlüğü belirginleşmeye başladı. Biri çığlık çığlığa vuruyor…Vurdukça hata yapıyor, diğeri değişik vuruşlarla sabırla geri çeviriyor. Neticede galebe çalan Romen raket oldu ve rakibinin servisini kırarak önce 4-3 sonra da 5-3 öne geçti. Belarus’lu servisini aldı (5-4). Halep aklın güce üstün olduğunu, sabrın, süratin ve sürekliliğin yararlarını gösterdi. Bulunduğu yeri sonuna kadar hak ettiğini ve yaşının gençliği ile daha onu zirvede çok izleyeceğimizi ispatladı. Bir yanda o, diğer yanda Serena, İtalyan rakiplerini yenerek finale çıkacakları aşikardır.
Kadınlarda Azarenka, erkeklerde de Murray ağır-abla ve ağabeylerin en sevimsizleri arasında şüphesiz başrolü alırlar. Hatta denilebilir ki sevimsizlikten enerji alıyorlar ! Ama yetenekleri ve oynadıkları tenisin zevkliliği de şüphe götürmez.
Erkeklerde ise İsviçreliler rakiplerine hiç şans vermediler. Federer Gasquet’yi 63,63,61, Wawrinka’da Anderson’u 64,64,60’lık skorlarla antrenman yaparcasına güle oynaya geçip birbirlerine rakip oldular. Yani her durumda finalde bir İsviçreli var. Hoşkalın.