‘’Erman, Rıdvan Hakan, heyooo!‘’
Servet’in golünde ortayı yapan Lincoln’e pası veren Arda. Baros’un kullandığı penaltıyı kazandıran Arda. Nonda’nın bacaklarını açarak Lincoln’e net pozisyon hazırladığı pasın adı Arda. Lincoln’ün pasını golle sonuçlandıran Baros’a, iki Beşiktaşlı’yı yalancı koşu ile aldatarak o koridoru açan da Arda. Ve Hakan Ünsal diyor ki, “Arda sol bek oynamaktan hücumda varlık gösteremedi!” Körlükten öte vahim bir durum söz konusu yahu!
***
Erman Toroğlu buyuruyor ki, “Delgado’nun Barış’ın ayak bileğine basmasına sarı kart gereksizdi.” Rıdvan Dilmen ise tersini söylüyor: “Sarı kesin, kırmızı bile düşünülebilir.” Ve ikisinin de yıllarca dilinden düşürmediği hep aynı söz, “Hakem kararlarında bir standart olmalı.” Bunlar hiç aynaya bakmazlar mı yahu!
***
Bir futbol uleması eğer Mustafa Denizli’yi sakız yapıp, Skibbe’den söz etmiyorsa derbi yorumunda, kesinlikle art niyetlidir ve inandırıcılığı da olamaz. Bir de bununla yetinmeyip, hâlâ ‘Skibbe gitsin’ naralarını sürdürenler var ki, resmen densizlik! Adamın yönetimindeki Galatasaray Avrupa’daki tek Türk takımı ve üç kulvarda birden hâlâ iddialı. Oynattığı futbol da ortada. Ayıptır yahu!
***
Daha önce de yazdım, tecrübeyle kanıtlanmış bir gerçek bu. Ünlü Alman kaleci Uli Stein diyor ki, “Sezon ortasında hoca değiştiren 10 takımın 7’si kötüye gider. 2’si aynı düzeyi sürdürür, belki biri daha başarılı olur.” Sağlam’ı gönderip, Denizli’nin getirilmesini fener alayları ile kutlayanlar şimdi yanlış arıyor. Komik bunlar yahu!
***
Arda’nın son haftalarda savunmaya yaptığı katkıyı... Lincoln’ün henüz sezon başında verdiği değişim sinyallerini... Barış ve Mehmet Topal’ın Galatasaray için ne anlam taşıdığını... Skibbe’nin adam gibi duruşunu fark edemeyenler bu ülkede uzman olarak görülüyor ya hâlâ... Futbolculuk ya da hakemlik dönemlerinde kırmadıkları ceviz kalmayanlar, o günler hiç yaşanmamış gibi, hem de çuvalla para götürerek pek çok kişinin ekmeği ile oynuyorlar ya insafsızca... ‘Sadece’ bir papağanın bile ezberleyebileceği üç-beş beylik söz ve bir eblehin bile bir kaç günde öğrenebileceği kuralların üzerine böyle bir düzen kurulmuş ya... Böyle düzen olmaz olsun.
‘’Fenerbahçe nefreti!‘’
Galatasaray-Beşiktaş derbisi öncesinde ‘Fenerbahçe nefreti’ başlığını görünce ‘ne alâka’ diyebilirsiniz belki. Ama pazar akşamki maç hakkında bir öngörüde bulunmak için dürüstçe bu saptamayı yapmak gerekir. Genelde, aralarındaki maçlarda Fenerbahçe ‘skor’, Galatasaray ise ‘oyun’ olarak öne çıkmıştır. Ama bu ‘oyun’, Sarı-Kırmızılılar adına en iyi olduğu dönemlerinde bile ‘hüsranla’ sonuçlanmıştır. Bunun en büyük nedeni, ‘karşı taraf milislerince’ maç öncesi ‘bilinçli olarak’ oluşturulan gergin ortam ve güçlü nefret duygusudur. Bu durum Galatasaray’da akıl tutulmasına neden olurken, Fenerbahçe ise, bunu ‘özellikle travma geçirdiği dönemlerde’ camia olarak bir yöntem olarak hep başarıyla uygulamaktadır!
Ancak Beşiktaş ve Galatasaray adına, ‘iki kulüp taraftarları arasındaki yaşanan bazı kriz dönemleri dışında’, ‘nefret edilen değil, yenilmesi gereken rakip’ ilişkisi söz konusudur. Ortam daha sakin, şartlar futbol oynamaya daha elverişlidir bu nedenle. Bu da, ‘itiş-kakış’tan farklı olarak ortaya daha seyredilebilir 90 dakikalar çıkarmaktadır. Şunu da söylemek gerekir, bu tür nispeten dingin ortamlarda oynanan maçlar, kâğıt üzerindeki favori için de bir avantajdır. Ve bu nedenle de, Galatasaray-Beşiktaş derbilerinin sonucu önceden daha bir kestirilebilir olabilmektedir.
Galatasaray’ın genlerinde bulunan, Beşiktaş’ın ise Mustafa Denizli ile hatırladığı hücum ağırlıklı futbol, pazar akşamına damgasını vuracaktır. Gerek kadro kalitesi ve genişliği, gerekse bir başına skoru çevirebilecek kapasitedeki yıldızlarının form durumu nedeniyle ev sahibi bir adım önde gözükmektedir. Ama iki takım açısından da bol pozisyonlu bir mücadele olacağı kesin, tabii 90 dakika 11’e 11 tamamlanabilirse.
Galatasaray’ın, ileride gereksinim duyabileceği ikili averajı da düşünerek ‘skorlu’ kazanmak zorunda olduğu maçın gidişatını daha çok Mustafa Denizli’nin tercihleri belirleyecektir. Denizli, şampiyonluk yarışındaki rakiplerinin 17 ve 18. haftalarda aralarında oynayacakları maçlarda kaybedecekleri puanlara güvenerek beraberlik hesabı yaparak Sami Yen’e gelirse, hem hücum futboluna ihanet eder, hem de başı önde gider!
‘’Dersimiz Galatasaray!‘’
“Lincoln hem beyin hem de sürekli oyunun içinde olma arzusuyla geçen sezonki ‘çıtkırıldım’ havasından sıyrılma sinyalleri veriyor. Galatasaray’da heyecan uyandıran bir oluşumun ayak sesleri duyuluyor.” (21 Temmuz 2008) (Kapalı gözlükle dolaşanlar ilk yarı sonunda farkına vardı)
“Bu sezon Fener’i bırakın. Galatasaray’ın en büyük rakibi, geçen yıldan bu yana bazı temeller atan, en önemlisi de, birileriyle hâlâ bazı hesapları olan Ersun Yanal yönetimindeki başarıya aç Trabzon olur.” (Yarışta en şanslı olan, hâlâ ‘toplama dedikleri’ Trabzon)
“Beşiktaş’ta her şey taraftarına bağlı. (Tribünde isyan var) Ama yönetimine, menacerine ve teknik kadroya güvenin olmadığını ben bile görebiliyorum!” (İkisi gitti, kaldı bir) (17 Temmuz 2008)
“Yok efendim Skibbe ile bu iş olmazmış. Ne yaptı ya da yapmadı ki ‘henüz’ bu adam? Bir takım sakat, bir başka takımla yola devam ediyor. Aslında Polat’ın yapması gereken, ‘o mükemmeliyetçi vasatları’ yok sayarak opsiyonu hemen devreye sokup, ‘Sonuç ne olursa olsun önümüzdeki sezon da hocamızla beraberiz, aha bu da kapı gibi resmi sözleşme” demesidir. (25 Eylül 2008) (Her türlü hakareti ettikleri Skibbe için bugün yazılanlar siyah-beyaz kadar farklı)
“Artık şu belgelendi ki, Galatasaray’ın çıtası Lizbon’da Benfica önünde sergilediği görüntüye ulaşmıştır. Yeter ki bireysel yetenekler, Benfica maçında olduğu gibi takım oyunu adına kullanılsın, kendini kurtarmak için değil! En büyük sorunu budur Galatasaray’ın. (8 Kasım 2008) (Bugün Arda, Lincoln ve Kewell gibi yıldızların bile takım savunmasına yaptıkları katkı alkışlanacak düzeye yükseldi. Böyle devam ederse Arda Avrupa’nın önemli bir takımına transfer olur, kendisi de, kulübü de kazanır)
“Aylardır ‘sakatlık bahane’ diyenler... Barış ile Mehmet Topal’a bir övgü bir övgü, hayrola, hidayete mi erdiniz? Kasım ayında alınmadı ya bunlar! Demek ki sakatlık önemliymiş, sorun da Skibbe değilmiş!” (6 Kasım 2008) (Mehmet Topal ile Barış’ın hakkını veriyorlar en azından, ama Skibbe için birileri hâlâ pusuda bekliyor)
Öngörü veya analizlerimden yararlanmak isteyen ‘hamuduyla götüren ulemalar’, ‘detaylar ve daha fazlası için’ fanatik.com.tr adresine başvurabilir! Hatalarımla, sevaplarımla beklerim efendim. Üstelik giriş ücretsiz!
‘’Galatasaray'ı anlayabilmek!‘’
Galatasaray’ın bu sezon çizdiği inişli-çıkışlı grafik bundan sonra da sürecektir muhtemelen. Ama artık bunun eskiye oranla daha yumuşak yaşanacağını, ilerleyen haftalarda da takım oyunu bakımından standardını yükselteceğini düşünüyorum.
Tabii ki olayı kişilere indirgemek yanlış olur. Ancak sözünü ettiğimiz özelliklere de sonuçta bazı futbolcular sahip, tümü değil. Mehmet Topal, Barış Özbek ve Ayhan Akman belki ‘yıldız’ ambalajlı değiller, ama ‘özel’ ve ‘değerli’ oyuncular. Futbolun iki yönünü de becerebilen, mücadeleci, güçlü, inatçı ve ciğerliler.
İçlerinde en dengelisi Mehmet... Ayhan agresif, Barış ise ‘arsız.’ Benzer özellikte görünseler de, yapısal bakımdan yine de farklılıklar gösteriyorlar. Bu da, çeşitlilik ve bütünü tamamlama adına bir takım için olumlu değerler.
Hertha Berlin ve Ankaragücü maçlarında, Galatasaray savunması az adamla yakalanmadı. En büyük zaafı buydu takımın. Orta sahada rakibi karşılayan olmadığında ya da Ayhan tek oynadığında, savunma çaresiz kalıyor ve hata yapma oranı çok yükseliyordu. Şimdi, Haydarpaşa’yı döven azgın lodos dalgalarını dizginleyen mendirek görevini üstlenen Mehmet Topal ve Barış Özbek var. Hertha maçında Ayhan yoktu ama, rakibin mutlak kazanma stresi Galatasaray’ın ekmeğine yağ sürdü. Yani önce oynatmamaya değil de (Fenerbahçe, Sivas, Gençlerbirliği, Eskişehir gibi) oynamaya mahkum ve hevesli takımların (Trabzonspor, Hertha, Benfica, Beşiktaş, Gaziantep gibi) Sarı-Kırmızılılar karşısında kaybetme riski her zaman çok yüksektir.
Ankaragücü maçında ise bir süre üçü de sahadaydı. Yıllık bilmemkaç yüz bin dolar kazanan anlı-şanlı futbol ulemaları buyurdu ki, “Galatasaray bir şey oynamadı, yıldızları 5 dakika silkindi, hepsi o kadar.” Peki, o gol dakikalarına kadar hata yapmayan Ankaragücü, ne oldu da çözülüverdi? Üst düzey konsantrasyonları ve hamle üstünlüklerini ortadan kaldıran nedenler neydi?
İşte o çözülme dakikasına kadar özellikle orta sahadaki yoğun boğuşmayı gözardı ederseniz, olayı ‘5 dakkada Beşiktaş’ basitliğiyle anlar ve maalesef öyle de anlatmaya çalışırsınız. Sadece futbol terimlerini kullanarak sütunları ve ekran sürelerini doldurmak ayrı, doğru teşhis apayrı şeydir. Her şeyi anladığını sanmak ise, en büyük yanılgı!
‘’Aklınız neredeydi‘’
Aylardır ‘sakatlık bahane’ diyenler, sözüm size. Barış ile Mehmet Topal’a bir övgü bir övgü Hertha maçından sonra, hayrola, hidayete mi erdiniz? Kasım ayında alınmadı ya bunlar! Demek ki sakatlık önemliymiş, sorun da Skibbe değilmiş! Yıllardır Kemal Yıldırım’ı Küçük Yıldırım sananları anladık da, dünya futbolunu didik didik eden, nedense her örneklerini yabancı liglerin bir takımından, futbolcusundan verenlerin de aynı kulvarda yer alması garip. Demek ki farkları yok futbola ve hayata bakışlarında! Biri 50 kelimeyle götürüyor malı, diğeri 250, tek farkları buymuş meğer!
***
Dikkat ettiyseniz, Lincoln’ün topu sektirerek ilerlemesine takanlar da aynı kişiler, daha fazla şöhret ve para uğruna çevreyi sürekli kirletenler. Ve işin kötü yanı, her yanı onlar kaplamış durumda... Televizyonlar, gazeteler, dergiler, internet siteleri, ne yana dönerseniz bunlardan biriyle karşılaşıyorsunuz. Ve sürekli insanımıza bu düşünceleri aşılıyorlar, linç, tecavüz, hoşgörüsüzlük, kasvet, değerler erozyonu... Üstelik de özgürlük, çeşitlilik, ahlak adına yaptıklarını söylüyorlar bunları, utanmadan!
***
Galatasaray’da gidişat, Barış-Topal-Ayhan-Arda’ya doğru... Yani yüzde yüz yerli bir orta saha. Belki Arda’nın yerine Kewell. Acı ama gerçek, futbolun sadece bir yönünü oynamaya devam ederlerse, bu iki yıldız ancak birbirinin yedeği olur! İstikrar adına sadece sakatlık ve cezalar değiştirmeli bu dörtlüyü. Tabii bir de rotasyon.
***
‘Büyükler çok puan kaybedecek’ demiştim ya Fenerbahçe’yi de kastederek! Futbol anlayışlarına bakıldığında, artık Fenerbahçe’yi çıkartıp Trabzonspor’u koymak gerekir üç büyükler arasına. Çünkü Sarı-Lacivertli ekip, Şükrü Saracoğlu’nda bile kontratak futbolu oynamaya başladı, Sivas gibi, Kayseri gibi, Bursa gibi, Eskişehir gibi... Yani, vasatın üstü bir ekipten farkları kalmadı görüntüde, canı yanacaklar değil, can yakacaklar sınıfındalar artık!
‘’Bu topa girmek yürek ister!‘’
Derdim futbol yorumcularının kazandığı yıllık 700 ya da 500 bin dolarlar, program başına aldıkları 3-5 bin YTL’ler değil elbette... Asgari ücret konusunu da açmayacağım! Ne de olsa ‘alan razı, veren razı’, ‘ağam-paşam sağolsun’, ‘şimdi sıra bizde’ düzeni söz konusu.
O zaman Hakan Şükür’ün 700 bin dolar istemesine niye karşı çıkılıyor! Onun neyi eksik... Etek de giyer icabında, Türkçe’yi de katleder. Üstü örtülü propagandasını da yapar, Galatasaray’ı da karıştırır. Hiçbirini yapamazsa iki fıkra anlatır. Bir de gazetede yazar, radyoda geyik muhabbeti yapar, yürür gider elhamdulillah!
Sadece televizyonda değil, aynı kişiler, aynı anda gazete, dergi ve internet sitelerinde de boy gösterir hale geldi. Yani aynı fikrin 4-5 kulvarda birden yayımlanması, üstelik farklı patronların kurumlarınca ayrı ayrı ücretlendirilmesi söz konusu. Bu durumda rekabet de olmaz, gazetecilik de yapılmaz. Reyting de artmaz, tiraj da... Hepsi bir yana, bunca gerçek gazeteci işsizlik utancıyla (!) yaşarken, adaletten hiç söz edilmez.
Özellikle dikkat edin, hafta sonu televizyonlardan izlediğiniz futbol yorumcularının ertesi günü gazetelerinde çıkan yazıları noktası virgülüyle, teşbihi kahkahasıyla aynı. Hatta bazıları, hafta boyunca bu papağanlığı yapıyor sıkılmadan. Dört bir koldan yayında olan ve kazanan bu kişiler, haber ya da yorumlarını esirgeyebilir mi kazancını sağladığı bir diğerinden! Öyleyse ortaya çıkan tablo şu, televizyondan izleyen ertesi günü o yorumcunun yazdığı gazeteyi almıyor, gazeteden okuyan o akşam o yazarın katıldığı programı ‘es’ geçiyor! Keriz mi insanlar aynı malı iki, üç, dört kez ücret ödeyerek alsın.
Aslında farklı patronların kurumlarında boy göstermek, (1990’ların ortalarıydı galiba) büyük ekonomik krizler yaşanmaya başladıktan sonra moda oldu! Biri krizden etkilenir de maaş ödemesi yapamazsa, diğerlerinden akmaya devam eder mantığı yani. Çalışan için doğru gibi gözükebilir. Ama ‘tek iş, tek ücret; eşit işe eşit ücret’ ilkesiyle yetişmiş bizler, gerçek anlamda gazeteciliğin yapıldığı ve gerçek gazetecilere değer verilen günleri özlüyoruz. Çok mu şey istiyoruz, çok mu çağdışı kaldık, bilemiyorum!
‘’Tanı bunları tanı da büyü!‘’
Öncelikle itiraf etmeliyim ki, büyü, üfürükçülük, totem gibi 21. yüzyıla ait değerleri anlamamışım! Bu benim eksikliğim, üstelik bununla da yetinmeyip hâlâ futbolun doğruları ve akılla uğraşıyorum! İşte böyle şapa oturdum sonuçta! ‘Rahat kazanır’ dediğim Galatasaray fark yedi. Kendime yontmak gibi olacak belki ama, Sarı-Kırmızılı futbolcular Skibbe’nin yapmalarını istediğini değil de, benim yapmamalarını belirttiğim her şeyi yaptılar sahada, onları tebrik etmek gerekir!
Şimdi yazacaklarım Fenerbahçe’nin galibiyetini asla küçültmez. Ancak, işi adalet dağıtmak olanların tavrı yine mide bulandırıcıydı maçtan sonraki yorumlarda. Hep demez miyiz, ‘bir de karşı taraf var’ diye... Sonuç değişmeyecek ama, kaybeden taraf şu sorulara yanıt bekliyor ‘uzman’ edasıyla ortalıkta salınanlardan! Gelecekte benzer olaylarla karşılaşıldığında, doğru düşünebilme adına...
1- Hakemin ‘kıyağı olmasaydı’ takımı aleyhine penaltıya sebebiyet verecek olan ve ikinci sarıdan kırmızı görmesi gereken Selçuk’u neden maçın yıldızı seçtiniz?
2- Hakem, Lugano’nun hareketine faul düdüğünü çaldığında sağ kolunu Fenerbahçe kalesine doğru yöneltti, sol kolu ise yanındaydı. Bu ‘direkt serbest vuruş’ işareti midir, ‘endirekt serbest vuruş’ işareti mi?
3- Futbolcu bir karar sonrası, ‘orası burası oynayabilir’ diyerek sürekli hakemi takipte mi olmalıdır, yoksa rakip kaleye ve kaleciye, takım arkadaşlarının konumuna mı odaklanmalıdır? Sonradan havaya kaldırılan o kolu görmemek bir futbolcu hatası mıdır?
4- Diyelim ki Lincoln art niyetli ve salak! Bu nedenle de atışı direkt kullandı. Peki Volkan da mı salak ki, endirekt serbest vuruştan gelen topa uçarak hamle yaptı? Hakemi cepheden gören de o. Sonradan havaya kaldırılan kolu görse o görürdü. Volkan da mı kör, yoksa Lincoln gibi o da mı kararı gördü ve oyuna döndü.
5- Bir takım iyi ya da kötü oynarken kazanabilir, kime ne? Kurallar belli iken, verilmeyen bu ve daha pek çok karardan sonra hakemin iyi maç yönettiğini söylemek neye hizmettir?
6- Şunu unutmayın, sonuçta Galatasaraylı buna da takılmaz, ama sizi de bir daha takmaz, takmamalı da zaten. Fenerbahçe’ye ‘bir şekilde ve her şekilde’ biat edenler, bu tavırlarıyla Galatasaray’a ihanet içindeler. Tabii önce insanımıza ihanet söz konusu ya, onu hiç anlamazlar diye olayı Galatasaray’a indirgedim.
‘’Galatasaray rahat kazanır‘’
Hep yazdık, Sarı-Kırmızılılar’ın kültürünü ‘göze hoş gelen hücum futbolu’ oluşturur. Öncelikle bu gelenekten uzaklaşmak ihanettir. Kaldı ki, bu kültürden kaynaklı oluşturulan kadroların ‘düşünsel olarak’ savunma yapma zaafiyeti gösterdiği de yıllardan bu yana belgelidir.
Kalecisinin bile aklı rakip kalede olan bir takım için ‘savunma futbolu’ değil, ‘en fazla’ maçın belirli bölümlerinde, skora ve rakibin stratejisine göre ‘kontrollü oyun’ ilkesinden söz edilebilir ancak. Kaldı ki, çift ön libero bazılarına göre hücum futbolu anlayışına ters gibi gelebilir, ama Galatasaray’ın çoğu zaman 5 forvet ve iki kanat takviyesiyle hücum ettiği (stoperler de cabası) unutulmamalıdır.
Savunma sorunu ise, sistem ve dizilişten değil, ‘inisiyatif kaosundan’ kaynaklanıyor öncelikle. Çabukluk ve akıl, yerini savrukluk ve paniğe bırakıyor böyle anlarda. İlk topa basmadaki zamanlama hataları, hava topuna çifter çifter çıkmalar, duran toplardaki adam ve yer paylaşımında gözlenen konsantrasyon kaynaklı şaşkınlıklar, koşmadan-savaşmadan salt yetenekle kazanılacağını sanmalar genelde bireysel yanlış gibi gözükebilir, ancak ‘istikrarlı bir şekilde’ hatların senkronize hareketinden söz etmek, şu an itibariyle bile zorlama kaçar. Çünkü hâlâ kondisyon ve fizik güç yetersizliği ile takım olma sorunu ortada durmaktadır.
Benfica karşısında alınan galibiyet ve sergilenen oyunun bir devamlılığını yarın beklemek yanıltıcı olur bu nedenle. Ama en azından şu belgelenmiştir ki, Galatasaray’ın çıtası Lizbon’daki görüntüye ulaşabilmektedir artık. Yeter ki bireysel yetenekler, Benfica maçında olduğu gibi takım oyunu adına kullanılsın, kendini kurtarmak için değil! En büyük sorunu budur Galatasaray’ın.
Tüm bunların ışığında Kadıköy’deki maçın mutlak favorisi Galatasaray’dır. Yok efendim ‘Galatasaray bilmem kaç yıldır Fenerbahçe’yi orada yenemiyor’ totemleri ve istatistiki zırvalar, aklın, çalışmanın, yeteneğin ve futbolun doğrularının önüne geçemez, geçmemeli, en azından bundan sonra... ‘Favori kaybeder’ tesadüfleri de keza, beyinleri asla bulandırmamalı. Sadece çıkıp futbolunu oynamayı düşünen, bu tür beyin kemirici abukluklara takılmayan bir Galatasaray takımı, bu sezon Kadıköy’deki oynayacağı ‘ilk finali’ güle oynaya kazanır. Mayıs ayındakini bugünden tahmin etmek ise zor!