‘’Aydınus taşa takıldı!‘’
Sicilya’nın bir kasabası varmış... Kadınları hiç rahat durmaz, ikide bir kocalarını aldatırlarmış. Kasabanın yaşlı papazı, kocasını aldattıktan sonra kendisine gelen ve günah çıkartan kadınlardan bıkmış. Günlerden bir gün, yine bir kadın gelmiş, “Papaz efendi! Şeytana uyup yine kocamı aldattım” demiş. Papaz öfkelenmiş: “Ayıptır günahtır, sürekli kocamı aldattım diye geliyorsunuz. Bundan sonra en azından ‘ayağım taşa takıldı’ deyin, ben anlarım.”
Bu durum, kadınlar arasında anında yayılmış. Kilisedeki yoğunluk hiç azalmamış, artık kadınlar “Ayağım taşa takıldı” diyor; papaz günah çıkartıyormuş. Gün gelmiş, ihtiyar papaz ölmüş. Yerine gelen yeni papazın da ‘taşa takılma’ seansları sürüyormuş. Durumdan bihaber olduğu için, “Ne kadar namuslu bir kasaba. Hanımların ayağı taşa takılsa, günah çıkartmaya geliyorlar” yorumunu yapıyormuş. Bir gün, papaz ile Belediye Başkanı buluşmuş, sohbete koyulmuşlar. Papaz, Belediye Başkanı’na bir ricada bulunmuş:
“Başkanım, derhal kaldırımları onarın. Kasabanın hanımları, hemen her gün taşa takılıp düşüyorlar...”
Bir önceki papazın durumu anlattığı Başkan kahkahalarla gülmeye başlamış. Bu tavırdan çok rahatsız olan papaz, Başkan’a yüksek bir ses tonuyla cevabı yapıştırmış:
- “Başkan. Gülüyorsunuz ama, en çok da sizin eşiniz taşa takılıyor...”
Fırat Aydınus, o penaltıyı çalınca... O gece tv’lerde, ertesi gün gazetelerde yorumları okuyunca... Özellikle de kimi eski hakemlerin yazdıklarını görünce... Aklıma bu hikaye geldi.
Fırat Aydınus’un verdiği penaltı, bana göre de ağır... Ama bu penaltıdan yola çıkarak, bu ülkenin eli ayağı en düzgün adamına, Mehmet Topal’a ‘emek hırsızı’ muamelesi yapmak... Çift sarı karttan atılan Ceyhun’u aklamaya çalışmak da en az penaltı kararı kadar ağır değil mi?
Fırat Aydınus’un ilk hatalı kararı değil ki bu? Ya da “Aydınus operasyon yaptı” diyen eski hakemlerin, kariyerlerinde kimbilir kaç tane böyle penaltı var, bilmiyor muyuz? Malesef durum şu...
Futbolumuz bu, futbolcularımız bunlar, hakemlerimiz de bu kadar...
Tam anlamıyla bir santrforu olmayan Milli Takımımız var mesela... Kaptanı kadro dışı bırakılmış; sağ beki tu kaka ilan edilmiş, orta sahadaki beyni yok sayılıyor. Milli duygumuz yok, “Tek kuruş prim almadım” diyen adama üzülüyoruz amma... 500 bin TL prim aldığı ortaya çıkıyor. (Ülkede asgari ücret 1300 TL...) Bu ülkenin iki numaralı liginin, ilk 6 haftasında yayın yoktu. Tribünde taraftar, ekranlarda yorumcu yok... (Layığı ile orada olanları tenzih ederim. Sözüm; bir gün din, bir gün siyaset, bir gün ekonomi, bir gün spor konuşanlara... Onlara çanak tutan, siyasi rant peşinde koşup ceplerini doldurmak olanlara...)
Gerçek teknik direktörlerimiz iş bulamıyor, takım yönetme belgesi (Pro Lisans) olmayan futbolcu eskileri cirit atıyor kulüplerimizde...
Kurallar yok sayılıyor. Değeri 3.3 milyar TL olarak gösterilen ligimizi, tek bir adam yönetiyor!
Ve ‘spor’, pardon ‘futbol’ yorumcularının bu haftaki tek konusu: Fırat Aydınus... Yarın Hüseyin Göcek olur, sonraki hafta Bülent Yıldırım... Dünyanın saygı duyduğu Cüneyt Çakır’ı bile beğenmiyor ki zaten onlar.. Ve Cüneyt Çakır, belki de dünyada en az Türkiye’de saygı duyuyor!
Siz hiç o adamların Başakşehir’i konuştuğunu duydunuz mu sahi?
H
Ülkemizin ‘sporunu’, pardon ‘futbolunu’ işte bu zihniyet kurtarıyor!
‘’Aziz Yıldırım ve Ali Koç‘’
1998 yılı Şubat ayında seçildiniz. 1 oy farkla, Vefa Küçük'ü geçtiniz. Vefa Bey gelse ne olurdu bilemem; ancak elimizde somut gerçekler olduğu için şunu rahatlıkla söyleyebilirim: İyi ki seçilmişsiniz. Çünkü Fenerbahçe’ye asla unutulmayacak eserler verdiniz.
Şükrü Saracoğlu Stadı'nı bir mabed yaptınız. Faruk Ilgaz’ı yeni baştan inşa ettiniz. Samandıra'da şahane kamp tesisi yaptınız; Can Bartu'nun adını verdiniz. Altyapı tesislerini harika bir görüntüye kavuşturdunuz; bir efsanenin, Lefter Küçükandonyadis'in adını verdiniz.
Vefa Küçük'ün, Divan Kurulu Başkanlığı'na getirilmesine destek verdiniz. Olimpik Yüzme Havuzu yaptınız. Ankara'ya, 5 yıldızlı İncek Tesisleri'ni; Düzce'ye 7 yıldızlı Topuk Tesisleri'ni yaptınız. Ataşehir'in kalbine Ülker Arena'yı yaptınız. Sapanca’yı yenilediniz. Konukevi'ni yaptınız. Müze’yi kurdunuz, en başa Atamız’ı koydunuz. Koleji kurdunuz. Rahmetli Mustafa Koç'un katkısıyla kurulan Fenerium'u dünya piyasalarında bilinen bir marka haline getirdiniz.
Futbolda, basketbolda, kürekte, voleybolda, yüzmede, atletizmde, masa tenisinde şampiyonluklar yaşadınız. Her branşta milli takımlara sporcu verdiniz.
Sağlığınızı kaybettiniz. Günün her saati kulüpteydiniz, kızlarınızın nasıl büyüdüğünü göremediniz.
Hapse attılar, özgürlüğünüzü kaybettiniz... Dünyada görülmedi, hapisteyken kongreye girdiniz, bütün camia size oy verdi, koğuşta yeniden Başkan seçildiniz. Siz 'vefa' gösterdiniz; size 'vefa' gösterdiler.
Açıkça söylemeliyim ki; kişisel fikrim, büyük savaşı kazanmadan gemiyi terk etmemeniz. Daha açık ifade edeyim: FETÖ ile verdiğiniz amansız mücadeleyi, Yargıtay'da resmen kazanıp gitmeniz. Ancak hayatın gerçekleri farklı... Birileri televizyonda, birileri statlarda, birileri sanal alemde yükleniyorlar. İsyan ediyorsunuz, haklı da olabilirsiniz, fakat ortaya çıkan tablo, hoş değil. Sizi yaralıyor.
"Fenerbahçe'yi güvenilir birine teslim etmek istediğinizi" herkes biliyor. 3 Temmuz sürecinde sizler içerideyken, 'O' dışarıdaydı. İşini gücünü bir kenara bıraktı; kelimenin tam anlamıyla omuz omuza çarpıştı.
Bugün, Aziz Yıldırım ile Ali Koç'un kafa kafaya verip, Fenerbahçe'yi nasıl aydınlık bir geleceğe taşıyacaklarını konuşacağı gündür. Bugün, Aziz Yıldırım'ın 18 yıldır gururla taşıdığı ve adını efsane olarak tarihe yazdırdığı o bayrağı Ali Koç'a elleriyle teslim etmesi gereken gündür. Bugün, kavga değil uzlaşma günüdür. Bundan 18 yıl önce 1 oyla başkan seçilmiştiniz. Belki de o 1 oy Ali Koç'tan gelmişti size... Şimdi o 1 oyu, Ali Koç'a vermelisiniz, ödeşmelisiniz. Her son, aslında bir başlangıçtır; Bunu bilmelisiniz.
Şair der ki;
"Bazen gitmek gerekir.
Her şeyi öylece olduğu gibi bırakıp; geldiğinde bulamamayı göze alıp, gidebilmek gerekir. İleriye daha umutla bakabilmek için, ardında bıraktıklarına aldırmadan; yüreğinin sızısını da cebine koyarak...
Omuzuna koyduğun yıldızlı tüm rütbeleri sökerek, herkese ait olan ve herkesce görünen tek yıldızın, kutup yıldızı olduğunu idrak ederek, gitmek gerekir.
Yüreğine hoş bir seda, kocaman umutlar koyarak; ardında çamurlu bir vosvos, sarı lacivert bir aşk, iki küçük kalbe sığmış iki kocaman dünya bırakarak, gitmek gerekir.
Ve aslında gitmek için hiçbir zaman, gitmek zorunda kalmayı beklememek gerekir.”
‘’Fenerbahçe ruhu‘’
Yıllar yıllar önce... Dereağzı’nda barakaya benzeyen bir bina. Soba ile ısıtılıyor içerisi... Biraz sonra çamur deryasında idmana çıkacak olan futbolcular, sobanın başında... Rıdvan Dilmen, Aykut Kocaman ve o dönemin yıldızları... Her Fenerbahçeli’nin gurur duyduğu o takım, işte bu şartlarda çalışır, sahaya çıkar, tribündeki taraftarlarını mutlu ederdi.
Yaz bitmiş, sonbaharın ilk günleri... Puslu bir Düzce sabahı. Topuk Yaylası’nda onlarca taraftar, 3 Temmuz ile sarsılan takımına sahip çıkıyor. Fenerbahçe TV canlı yayında, futbolculara duygularını soruyor.
Selçuk Şahin birkaç kelime ettikten sonra susuyor, konuşamıyor, ağlıyor. Çünkü o sahiplenme-sahiplenilme duygusu, Selçuk’u profesyonel bir futbolcu olmaktan çok daha farklı bir noktaya getiriyor.
Saracoğlu’nda Fenerbahçe’nin gelmiş geçmiş en önemli yıldızlarından biri, yıldızlara uğurlanıyor. Lefter’in tabutunu, futbolcular taşıyor. En önde kim var, biliyor musunuz? Ziegler... Adam İsviçreli, nereden bilecek Lefter’i, ya da Lefter’in Fenerbahçe için ne ifade ettiğini. Öğrenmiş, omuz atmış tabuta...
Sahipleniyor Fenerbahçe’nin tarihini...
3 Temmuz patlamış, başta Aziz Yıldırım olmak üzere, bir çok yönetici içeride... Dışarıda olanların bir çoğu da birkaç adım geride duruyor. Çünkü işin şakası yok; aykırı duranlar Metris’e giriyor. Bir Ali Koç vardı benim gördüğüm meydanlarda, bir de Aykut Kocaman... Hiç geri adım atmadılar.
Türkiye’nin en büyük şirketinin veliahtı Ali Koç, bir gün bile ‘bana ne’ demedi. Parlak bir kariyeri olacağı kesin gözüken Aykut Kocaman, bir gün bile kendi geleceğini düşünmedi.
Ali Koç ağladı televizyon kameraları önünde kahrından... Aykut Kocaman ailesine ayırmadığı vakti, Fenerbahçe’ye ayırdı. Bir teknik direktör değildi o dönem sadece; hem yönetici hem ağabey hem arkadaş hem de teknik direktördü Fenerbahçe’de...
Fenerbahçe taraftarı bir gün bile durmadı. Bir gün köprüden karşıya geçtiler, bir gün Bağdat Caddesi’nde sel olup aktılar, bir gün Silivri’ye, bir gün Metris’e gittiler. Her duruşma günü Çağlayan’a gittiler; gaz yediler, dayak yediler, ama her duruşma günü yine-yeni-yeniden Çağlayan’a gittiler.
Şimdi... Samandıra’sı var Fenerbahçe’nin, tam teşekküllü bir futbol tesisi... Topuk Yaylası var; bir cennet vadisi, gerçek bir kamp tesisi... Dereağzı var, doğalgazla ısınan, 10 numara sahaları olan... Stadı var, ısıtmalı, 50 bin kişilik, şahane...
Ama soba başında ısınıp idmana çıkan Rıdvanlar’ı Aykutlar’ı yok... Hiç tanımadığı bir adamın tabutuna omuz veren Ziegler’i yok... Selçuk Şahin’in gözyaşları yok... Kendisini Fenerbahçe’ye adayan Ali Koç’u yok... Fenerbahçe’ye, ailesinden daha çok zaman ayıran, kariyerini geri plana atan Aykut Kocaman’ı yok... Ve belki de hepsinden önemlisi; cadde cadde, cezaevi cezaevi, mahkeme mahkeme armanın peşinden koşan taraftarı yok. 3 Temmuz 2011’de yakalanan ve aslında Fenerbahçe tarihinin özeti olan o duygusu yok: Ruhu yok...
Fenerbahçe’nin yüzleşmesi gereken asıl sorun budur. Yoksa Ziegler gider, İsmail Köybaşı gelir... Aykut Kocaman gider, Dick Advocaat gelir... Selçuk gider, Souza gelir...
Fenerbahçe ‘han’dır çünkü, gelip geçenler ‘yolcu’...
Kaybetmemesi gereken tek bir gerçeği vardır Fenerbahçe’nin... Ve görünen o ki, ‘o ruh’, Fenerbahçe’yi terk etmek üzeredir.
‘’Şeref meselesi!‘’
Biat etmek... Anlamı şudur: Bir kimsenin egemenliğini, yönetimini tanımak, kayıtsız şartsız kabul etmek. Bir kimseye bağlılığını bildirmek...
★
İnsanoğlunun başına gelmiş en büyük felaketlerden biridir.
★
Çünkü özgürlüğü bitirir, insana birey olma olgusunu kaybettirir. Düşünemezsin; çünkü senin yerine düşünenler vardır. Soramazsın; çünkü soruları onlar belirler, cevapları onlar verirler. Özgür olamazsın; çünkü sınırlarını çizmişlerdir, dört duvarla çevrilmiş küçücük bir odaya hapsetmişlerdir seni... Dışarı kaçamazsın, yok ederler...
★
Hayatın her alanında olduğu gibi, sporda da ‘biat kültürü’ hakim şu sıralar... Kimi zaman menacerlerdir biat ettikleriniz... Kimi zaman teknik adamlar... Kimi zaman yöneticiler, başkanlar... Kimi zaman da sportif direktörler...
★
Aykırı davranırsan, ‘sistem dışı’ kalırsın. Kendi etrafında kurdukları sanal dünyalarında, tek hakimdir onlar. Sadece ‘biat edenler’i yanlarında tutarlar.
★
Yeteneklerin vardır; gösteremezsin... Arzun, isteğin vardır; veremezsin... Hak ettiklerin vardır; alamazsın... Söyleyeceklerin vardır; konuşamazsın... Gözyaşların vardır; ağlayamazsın...
★
Dedik ya; karar vericinin elindedir her şey...
★★★
Fatih Terim’in Arda Turan’ı, Gökhan Gönül’ü, Burak Yılmaz’ı, Selçuk İnan’ı A Milli Takım’a davet etmemesi konuşuluyor günlerdir. Gökhan Gönül’den, Selçuk İnan’dan, Burak Yılmaz’dan çıt çıkmadı. Fakat Arda Turan, Fatih Terim’in gönderdiği ‘şeref’ özneli mesajı, televizyon ekranlarından yeniden hocasına yolladı. Belli ki aralarında geçenler, ‘babaoğul’ kavgası, ‘hoca-öğrenci’ atışması kadar basit değil...
★
Bugün Fatih Terim yönetir Milli Takım’ı; yarın Şenol Güneş, Aykut Kocaman veya bir başkası... Bugün Arda Turan’dır kaptan; yarın Mehmet Topal olur, Enes Ünal olur veya bir başkası... Yani; Milli Takım ‘han’dır, gelip geçenler ise ‘yolcu’...
★
Gelinen noktada; hem Fatih Terim’in hem de Arda Turan’ın hatırlaması gereken bir gerçek var. Burası Türkiye A Milli Futbol Takımı... Sahibi, ne Fatih Terim ne de Arda Turan... Bu takım bizim, bu takım bu ülke sınırları içinde yaşayan ve bu bayrağa, bu formaya gönülden destek olan milyonlarca halkın...
★
Artık bitmeli bu kriz... Ya çıkıp açıklasın Fatih Terim, Arda Turan’ı neden Milli Takım’a almadığını... Ya da Arda Turan çıkıp açıklasın, Fatih Terim’in kendisini neden Milli Takım’dan uzaklaştırdığını...
★
Televizyon ekranlarında köşe kapmaca oynamakla olmaz... Bu takım, iki kişinin demeç savaşlarıyla yıpratılmaz. Artık bu kriz bitmeli...
★
Çünkü bu takımın ‘Şan’ı ‘Şeref’i var...
‘’Köyün delisi‘’
Pahalı takım elbiseler, pahalı saatler, lüks otellerde krallar gibi yaşamak varken... İçindeki köye döneceğini söylüyor Mustafa Reşit Akçay... İnsan, bu kadar boş adamın var olduğu spor dünyasında, onun gibi ezber bozan isimleri görünce bırakmak istemiyor. Gidersen eğer, kaçtın kabul ederim!
“Daha yüksek binalarımız, ama daha kısa sabrımız var. Daha geniş otoyollarımız, ama daha dar bakış açılarımız var. Daha çok harcıyoruz, ama daha az şeye sahibiz; daha fazla satın alıyoruz, ama daha az hoşnut kalıyoruz. Daha büyük evlerimiz, ama daha küçük ailelerimiz; daha çok ev gereçleri, ama daha az zamanımız var. Daha çok eğitimimiz, ama daha az sağduyumuz; daha fazla bilgimiz, ama daha az bilgeliğimiz var. Daha çok uzmanımız, ama yine de daha çok sorunumuz; daha çok ilacımız, ama daha az sağlığımız var.
Çok geç saatlere kadar oturuyor, çok yorgun kalkıyoruz. Çok az okuyor çok fazla televizyon izliyoruz ve çok ender şükrediyoruz. Mal varlıklarımızı çoğalttık, ama değerlerimizi azalttık. Yaşamımıza yıllar kattık, ama yıllara yaşam katamadık. Aya gidip gelmeyi öğrendik, ama yeni komşumuzla karşılaşmak için caddenin karşısına geçmekte sorunumuz var. Dış uzayı fethettik, ama iç dünyamızı edemedik. Daha büyük işler yaptık, ama daha iyi işler yapamadık. Havayı temizledik, ama ruhumuzu kirlettik. Atoma hükmettik, ama önyargılarımıza edemedik. Daha çok yazıyoruz, ama daha az öğreniyoruz. Daha çok plan yapıyoruz, daha az sonuca varıyoruz. Koşuşturmayı öğrendik, ama beklemeyi öğrenemedik. Zaman artık, hızlı hazırlanan ve yavaş sindirilen yiyeceklerin; büyük adamlar ve küçük karakterlerin; yüksek kârlar ve sığ ilişkilerin zamanıdır. Günümüz artık, iki maaşın girdiği ama boşanmaların daha çok olduğu, daha süslü evler, ama dağılmış yuvaların olduğu günlerdir.
Bu günler, hızlı seyahatler, kullanılıp atılan çocuk bezleri, yok edilen ahlâki değerler, bir gecelik ilişkiler, obez bedenler ve neşelendirmekten sakinleştirmeye hatta öldürmeye kadar her şeyi yapabilen hapların olduğu günlerdir. Vitrinlerde her şeyin sergilendiği, ama depolarda hiçbir şeyin olmadığı bir zamandayız. Yaşam, aldığımız nefes sayısıyla değil, nefesimizi kesen anların sayısıyla ölçülür.” (George Carlin, Amerikalı bir komedyendi. 11 Eylül saldırısı ve eşinin ölümü üzerine bu satırları yazmıştı. Ben de daha önce size aktarmıştım. Fakat bir kez daha yazmak şart oldu.)
Hayatın her alanında olduğu gibi, sporda da iyi ve içi dolu insanları arıyor gözlerimiz. Bulduğumuz zaman da bırakmak istemiyoruz. Çünkü İtalyan takım giyip, kameralar önünde şov yapan... Yaptığı iş bir adım iken, kilometrelerce yol kat etmiş gibi davranan... Kendini, kapasitesinin çok daha üstünde gören ve bunun farkına bile varmayan... O kadar boş adam var ki buralarda...
“Endüstriyel futboldan ayrılacağım. Duygusal biri olmam nedeniyle çalıştığım bu sektör, bende oldukça fazla tahribatlar yaptı. Ancak bu mesleği çok sevmem nedeniyle üretken yanımı altyapı faaliyetleri ile sürdürme kararı aldım. ”
Bu sözler, dün UEFA’nın resmi sitesinde yer aldı. Sahibi; Mustafa Reşit Akçay... Geçmişte de şunlar dökülmüştü dudaklarından...
“Afaki konuşmamak, popülist olmamak lazım. Türk Futbolu’nun içine bunlar etti zaten.”
“Hümanist yanı olup insanlara karşı olan sevgisi üst düzey olan inançlı bir anarşistim.”
“Rüzgârlar eserken aptallar duvar örermiş. Akıllılar yeldeğirmeni yaparmış. Şu an yeldeğirmeni yapma zamanı.”
UEFA, “Aranızda bu teknik direktörün ismini söyleyebilecek biri var mı? Avrupa’da 19 maçtır kaybetmiyor..” diye sundu senin röportajını... Ezber bozan bir adamsın sen... Bu nedenle bırakıp gidemezsin. Gitmemelisin...
‘’Yasaklar yasaklanmalı!‘’
Yasak olan her şeye karşıyımdır aslında... Çünkü insan özgür olmalı...
Özgürlüğe inanırım ben. Özgürce inanmalı, inandıklarını özgürce anlatmalı, tartışmalı...
(- Herhangi bir kısıtlamaya, zorlamaya bağlı olmaksızın düşünme veya davranma, herhangi bir şarta bağlı olmama durumu, serbesti... - Her türlü dış etkiden bağımsız olarak insanın kendi iradesine, kendi düşüncesine dayanarak karar vermesi durumu, hürriyet... Türk Dil Kurumu, Büyük Türkçe Sözlük’te ‘Özgürlük’ tanımı bu.)
Fakat ‘özgürlük’ kavramı; her insanın her istediği şeyi yapabilmesi anlamına da gelmez. Gelmemeli...
Yoksa kargaşa yaşanır, kaos olur ve sonuçta huzursuzluk alır başını gider. Felsefecilerin meşhur sözüdür: Bir insanın özgürlüğü, bir başkasının özgürlüğünün başladığı yerde biter...
İstanbul Valisi, Beşiktaş, Galatasaray ve Fenerbahçe yetkilileri bir araya geldi dün... Konu; Deplasman yasağının kalkması... Çünkü malumunuz; yıllardır Galatasaraylılar, İnönü ve Şükrü Saracoğlu’na; Beşiktaşlılar, Ali Sami Yen ve Şükrü Saracoğlu’na; Fenerbahçeliler de İnönü ve Ali Sami Yen’e gitmiyorlar. Daha doğrusu gidemiyorlar. YASAK!
Büyük harflerle yazdım ve en başta da söylemiştim; Yasak olan her şeye karşıyım ben.
Düşünün... Elin oğlu uzayın derinliğinde yaşam belirtisi veya insanın yaşayabileceği bir başka dünya olup olmadığını ararken... Biz, kendi insanlarımızı; aynı şehirde bulunan, aralarındaki mesafe 10-15 kilometre olan statlara sokmuyoruz. Başlı başına bir ayıp bu... Kocaman bir ayıp hem de...
Fakat madalyonun bir de diğer yüzü var.
İnönü’ye giden Fenerbahçeli ve Galatasaraylılar pisuvarları kırıyor. Saracoğlu’na giden Galatasaray ve Beşiktaşlılar koltukları söküyor. Sami Yen’e giden Beşiktaşlı ve Fenerbahçeliler eline ne geçerse sahaya atıyor.
İstanbul polisi, başka hiç bir işi yokmuş gibi sabahın köründen gecenin yarısına kadar ‘alarm’ halinde... (Emin olun; hırsızlar bile evleri rahat rahat soyalım diye derbi günlerini bekliyor.) Evinden maça gitmek için çıkan ‘normal insanlar’; yolda ‘evrim’ geçirip bir ‘yaratığa’ dönüşüyor.
Dönerci bıçağıyla stada girmeye çalışan var. Palayla, kılıçla sokak aralarında kavga edenler var. Rakip takımı tutuyor diye, karşısındaki adamdan nefret eden, onu öldürmeye çalışan yaratıklar var. Beline kaya parçası doldurup, sahadaki rakip futbolcuya atan manyak var.
Futbolseverler; özgür olmalı... İstedikleri stada giderek, istediği maçı izleyebilmeli. Fakat önce genel bir temizlik yapılmalı. Aramızdaki bu sapıklar bulunmalı, cezalandırılmalı.
Bırakın stat ve salonlardan uzaklaştırmayı; bu ruh halindeki insanları, toplumdan da dışarı atmalı. Yöneticiler, artık karakollardan adam çıkartan değil; emniyet güçlerine bu sapıkları ihbar eden, elleriyle teslim eden adamlar olmalı.
..Ve stada gidecek futbolseverler.
Bu ilkel karardan bir ömür boyu kurtulmak istiyorsanız eğer, size de büyük görev düşüyor. Derbi milat olsun; kavgasız, gürültüsüz.
Geçmişe bakarak karamsar olmak istemiyorum.
Çünkü benim halâ umudum var.
‘’İstiklal Marşı'nı kim okuyacak!‘’
Size bir liste sunacağım şimdi...
Gassama, Omeruo, Ba, N’sakala, Sackey, Candeias, Aissati, Guerrier, Vagner Love... Karaciç, Digao, Ramos, Didi, Diniz, Ronei, Koman, Magaye, Edgar... Karcemarskas, Vrsajevic, Prochazka, Pinto, Aminu, Ndiaye, Delarge, Webo... Popov, Otigba, Titi, Veigneau, Sadiku, Pavelka, Castro, Koita... Diego, Celustka, Horic, Charles, Makoun, Eto’o, Renni... Douglas, Vukovic, Skubic, Jonnson, Miloseviç, Hadziahmetovic, Rangelov... Diallo, Oboabona, İsmael, Saadane, Petrucci, Jantscher, Atiemwen... Lopes, Douglas, Custodio, Nguemo, Vaz Te, Rodallega... Ali Ahamada, Kana Biyik, Samba Sow, Mijailovic, Welliton, Nakoulma... Van Der Wiel, Skrtel, Neudstadter, Josef, Lens, Sow... Gaman, Dany, Latovlevici, Poko, Skulason, Traore... Frantisek, Van Hintum, Anton, Kolar, Larsson, Angan... Hopf, Politsevich, Issah, Stancu, Landel... Sivok, Faty, John, Batalla, Del Valle... Muslera, Chedjou, Carole, Bruma, Sneijder... Durica, Onazi, Castillo, Suk... Fabricio, Marcelo, Tosiç, Talisca... Visca, Epureanu, Holmen, Mossoro...
Onlar; ligin 3. haftasında, İstiklal Marşımız okunurken, sahaya çıkmış olan ilk onbir oyuncuları!
198 oyuncunun 112’si yabancı!
86 Türk oyuncu vardı, ilk onbirlerde! Bu elbette sevindirici! Fakat... 27’si gurbetçi... 59’u bu ülkede yetiştirebildiğimiz oyuncular.
18 takımın teknik adamı, maçın gidişatına göre 53 oyuncu değişikliği yapmış. Girenlerden 28’i yabancı! 25’i yerli, belki bu da sevindirici. Amma... Bu yerlilerden de 10’u gurbetçi. Yani, sadece 15’i bu ülkede yetiştirdiğimiz oyuncular!
Toplamda 251 oyuncu ter dökmüş... 140’ı yabancı... 37’si gurbetçi... 74’ü yetiştirebildiğimiz Türk oyuncu... 251 oyuncudan 177’si ülke sınırları dışından gelmiş ligimize... Yüzde 70’i... Daha basit bir ifadeyle her 3 oyuncudan 2’sinde bir gram emeğimiz yok!
Buğdayı ABD’den, sarımsağı Çin’den, fasulyeyi İran’dan, mercimeği Kanada’dan, nohutu Meksika’dan, vişneyi Almanya’dan, susamı Sudan’dan, baklayı İtalya’dan, elmayı Şili’den, muzu Panama’dan, narı Bulgaristan’dan, marulu İspanya’dan, ıspanağı İtalya’dan ithal ediyormuşuz! Arjantin’den bal alıyormuşuz! Lahananın tohumunu Almanya’dan, karnıbaharın tohumunu Hollanda’dan, domatesin tohumunu İsrail’den getiriyormuşuz!
Üretici olmaktan vazgeçmiş, tüketici bir toplum haline gelmişiz... Yediğini içtiğini ülke sınırları dışından getirmeye alışmış bir toplum; kendi insanına yatırım yapar mı? Yapmaz...
‘Hazır olmuşu var’ der ve alır!
Türkiye Futbol Federasyonu Başkanı Yıldırım Demirören, “Yabancı kuralı değil, yerli kuralı” demişti; 28 kişilik kadroda 14 yabancıya izin veren yeni yönetmelik için... Haklıymış!
Kalan 14’ü yerli olmak zorunda çünkü kadronun! Üstelik 18 kişilik maç kadrosunda 7 yerli olmak zorunda! Üstüne üstelik 14 yerli içinde 2 altyapıdan, 4 tane de Türkiye’de yetişmiş oyuncu olmak zorunda! Ya bu şartları koymasaydılar bir de! İstiklal Marşı’nda dudağını kıpırdatacak adam bile olmazdı yeminlen!
Günün anlam ve önemi gereği aklıma geldi! Bir zamanlar da 6.5 milyonluk Uruguay’dan ‘Angus’ getirmiştik!
Bütün iyi insanlara iyi bayramlar!
‘’Arda Turan‘’
Nihat Kahveci’nin İspanya’yı salladığı yıllar... Nihat-Kovaçeviç ikilisi atıyor; Real Sociedad şampiyonluk yarışında söz sahibi oluyordu. Türkiye’den bir televizyon ekibi, İspanya’ya gitmiş, Nihat ile röportaj yapıyordu. Röportaj için seçtikleri mekan, San Sebastian sokaklarıydı. Hem yürüyorlar, hem sohbet ediyorlardı. Muhabirin bir yanında yıldızımız Nihat vardı; diğer yanında kameraman... Taksim’de yürümeye kalksalar, 1 saatte 1 metre yol alamazlardı. San Sebastian sokaklarında, bir Allah’ın kulu gelip; “Ne oluyor” demedi! Ya da Nihat’ın arkasına geçip, elindeki telefonla eşini dostunu arayıp, “Şu an televizyona çıkıyorum” diye haber de vermedi.
Muhabir haklı olarak, “Nihat, seni burada tanıyorlar mı” diye sordu.
Nihat’ın cevabı, hatırladığım kadarıyla şöyleydi: “Abi, burada böyle... Ben onlar için stadın içinde büyük bir yıldızım ve stadyumda bana hak ettiğim değeri fazlasıyla veriyorlar. Fakat şu an, bu sokaklarda onlardan biriyim, sıradan biriyim yani...”
Şu birkaç cümle, bir hayat dersiydi aslında... O birkaç cümleden, birkaç roman yazılabilirdi. Fakat biz, çok resimli az yazılı, çizgi romanlara devam etmeyi yeğledik.
Sorun; Tugay Kerimoğlu’na, Alpay Özalan’a, Emre Belözoğlu’na , Tuncay Şallı’ya... Gittiler, gördüler İngiltere’yi, İtalya’yı... Futbol dünyasında birer yıldızlardı, fakat oynadıkları takımların taraftarlarıyla aynı kafelere, aynı pub’lara gittiler. Çünkü oradaki futbol dünyası, onlara bu şartları sunmuştu!
Bizde neden böyle değil peki?
Türkiye’de neden ‘ulaşılmaz’ oluyor böyle figürler...
Çünkü...
Her yarışma programından bir kahraman yaratıyoruz. Her şarkı söyleyene ‘sanatçı’ diyoruz. Her hangi bir dizide figüranlık yapan kadın, Türkan Şoray oluyor ertesi gün... Merminin girmediği, Azrail’in öldüremediği oyuncu var! Bir gol atan çocuk ‘Yeni Maradona’; bir basket atan çocuk ‘Magic Johnson’ oluveriyor. Büfesi olan adama, “Ne iş yapıyorsun” desen; “İş adamıyım” cevabını veriyor. İki karısını öldürüp hapis yatmış adam, yeni kurbanını canlı yayında, televizyonda arıyor. Sene 2016, ama bütün dizilerde aşiretler var, töre kanunları işliyor halâ... Yarımız açlık sınırında yaşıyoruz; fakat dizilerimizdeki ailelerin hepsi havuzlu villalarda... Mafyaların ‘iyi adamlar’ olduğunu kafamıza sokmaya çalışan diziler var. Tecavüz edenlerin, tecavüz ettiği kadına aşkı; ağlatıyor çoğumuzu... İliklerimize kadar arabesk bir toplum olmuşuz çoktan... Böyle yapmak istediler, biz de olduk!
Burak Yılmaz, Caner Erkin, Gökhan Gönül ve Hakan Balta’yı liste dışı tutuyorum... Arda Turan hakkındaki fikrim ise Türkiye gerçekleriyle örtüşüyor. O, bu arabesk kültürde büyüyen çocuklardan...
Hak ettiklerinden çok fazlasını verdi bu kültür ona... Hem de durup dururken, birden bire...
Gökyüzündeki yıldızlarla eş değer tutuldu bir gün... Işık saçmak, etrafını aydınlatmak yerine gökyüzünün hakimi gibi davranmaya başladı.
‘Lider’ yaptılar futbolumuzda...
Sahaları esir almaya, racon kesmeye kalktı. Antrenman için harcadığı saatten çok, reklamlarda oynattılar. Maradona oldu, Messi oldu, Pele oldu; fakat kendisi olmaktan vazgeçti. Ansızın zirveye çıkarttılar. Ve şimdi, aynı hızla yerin dibine sokmaya çalışıyorlar. Yazık...