Arama

Popüler aramalar

‘’Çuf çuf!‘’

Takvim yaprakları 1960’lı yılları göstermektedir.
Güzel illerimizden birinde, personelin büyük bir ihmali sonrasında, Akıl Hastanesi’ndeki bütün akıl hastaları kaçar ve şehrin sokaklarına dağılırlar.
Durum fark edildiğinde, hastanede büyük bir panik başlar.
Müdür-personel hep birlikte kafa kafaya verir ve ne yapılması gerektiğini konuşurlar.
En sonunda Başhekim sözü alır ve “Buldum” der.
Odadaki herkes merak kesilir; öyle ya, yüzlerce akıl hastasıdır kaçan ve tek tek nasıl bulunacak!
Dönemin çok önemli doktorlarından biri olan Başhekim Mutemet bey; “Bana bir düdük verin ve arkama yapışarak gelin” der.
Doktorlar, personel şaşkındır; “Acaba” derler içlerinden, “Başhekim de mi çıldırdı!”
Fakat ‘emir, demiri keser’ ve önde Başhekim Mutemet Bey, arkasında diğer doktorlar ve görevli personel...
Şehrin sokaklarında ‘çuf çuf’ diye bağırarak, ‘Kara Tren’ oyunu oynamaya başlarlar...
Bir süre sonra kuyruk uzamaya başlar, Başhekim’in planı tutmuştur, diğer doktorlar ve personel hem şaşkın hem de mutludur artık.
Bu çılgınca oyun saatlerce sürer ve kuyruk uzadıkça uzar.
Lokomotif, yani Başhekim Mutemet Bey, rotayı çizmiştir ve saatler sonra ‘tren’in güzergahı Akıl Hastanesi’ne doğru dönmüştür.
Sorun çözülmüştür; şehrin Mülki İdare Amirleri, Başhekim Mutemet Bey, doktorlar ve elbette personel hayli mutludur.
Bu arada Akıl Hastanesi’ne dönen hastalar da mutludur; öyle ya, şahane bir gün geçirmişler, oyun oynamışlar ve yurtlarına geri dönmüşlerdir.
Fakat asıl mesele bundan sonra başlayacaktır!
Başhekim Mutemet Bey, “Bir sayım yapın bakalım, dışarıda kaç hastamız kalmış” der.
Personel sayımı yapar ve Başhekim’e rapor verir: “Toplam 612 hastamız, hastaneye geri dönmüştür.”
Başhekim Mutemet Bey’in gözleri yerinden çıkacak gibidir;
Çünkü hastaneden kaçan akıl hastası sayısı, aslında 423’tür!

Hikaye deyip geçmeyin, yaşanmış bir olaydır bu... Fakat şehrin ismini verip de başıma iş almam! Ki zaten nerede yaşandığının ne önemi var, sonuçta nerede yaşandığı değil, nasıl sonuçlandığı önemli değil midir!

Kısa bir aradan sonra yeniden kavuştuk ya ligimize... 16. hafta sonundan 17. hafta sonuna kadar geçen 18 günlük süreçte yaşananlar, aklıma yukarıdaki olayı getirdi.
Olayları da yazmam, elbette başıma iş almam!
Yıldızlar arasındaki boşluğu herkes kendince doldursun!

...

Acaba diyorum...
Biz de kapıları açsak...
Ama kara trencilik oynamasak...
Çuf çuf diye bağırmasak...
Gidenler dışarıda kalsa!

Türk Futbolu’nun aklı başına gelir mi!

18 Ocak 2017, Çarşamba 02:30
YAZININ DEVAMI

‘’Bir son bir başlangıç!‘’

Tertemiz başladı, tertemiz bitti.

Bırakın sonucu bir tarafa; sonuçta onlarca kez kazandı Trabzonspor ve onlarca kez de kaybetti, önemli olan Avni Aker'e böyle veda etmekti.

Bu bir son veya bir başlangıç olsun. Tam da bu cümleye denk düşecek bir hikaye var sırada.
*
Kahramanımızın adı; Emma Bombeck... Bir gün rahatsızlandı, hastaneye gitti. Bir kaç saat önce senin-benim gibi yiyen-içen, gezen-dolaşan, hayaller kuran bu kadın; o an hayatın en acımasız yüzüyle karşılaştı.

Kanserdi; üstelik son evreydi. Oturup ağlamak yerine, eline aldı kağıdı ve kalemi, şunları yazdı:

"Hayatımı yeniden yaşayabilseydim eğer...

Hastayken yatağa girer dinlenirdim. Ben olmadığım zaman her şey kötüye gidecek diye düşünmezdim. Gül şeklindeki pembe mumu saklamaz yakardım. Daha az konuşur, ama daha çok dinlerdim.

Yerler kirlense, masa örtüm lekelense bile daha çok arkadaşımı akşam yemeğine davet ederdim. Oturma odasında TV seyrederken, patlamış mısır yer; yerler leke olacak diye korkmazdım.

Bana gençliğini anlatmaya çalışan dedeme daha çok vakit ayırırdım.

Kocamın sorumluluklarını daha çok paylaşırdım.

Saçım bozulmasın diye, arabanın camının açılmasını önlemezdim.

Eteğimin lekelenmesine aldırmadan çimlere otururdum.

TV seyrederken daha az, hayata bakarken daha çok ağlar ve gülerdim. Ömür boyu garantilidir denilen hiçbir şeyi satın almazdım.

Hamileliğimin bir an önce sona erip, doğum yapmayı dilemek yerine, hamile olduğum her anın tadını çıkarır ve içimde bir canlı yaratmanın ne kadar harika olduğunu fark ederdim. Çocuklarım beni öpmek istediklerinde, asla "Önce git ellerini yüzünü yıka" demezdim. Onlara daha çok "seni seviyorum", ondan da daha çok "özür dilerim" derdim..

Ama başka bir hayat verilseydi en çok yapacağım şey; her dakikasını değerlendirmek olurdu. Dikkatle bak...

Gerçekten gör... Yaşa... Vazgeçme... Küçük şeyler için şikayet etmekten vazgeç...

Bana benzemeyenler, benden daha çok şeye sahip olanlar ve kimin ne yaptığı beni ilgilendirmezdi. Bunun yerine, ilişkilerimi güçlendirmeye çalışırdım. Sahip olduğunuz ruhsal, fiziksel ve duygusal her şey için şükredin. Tek bir hayatınız var ve bir gün sona eriyor. Umarım her gününüzü değerlendirirsiniz.

*Daha çok dostluk, daha çok mutluluk ve daha çok iyi insan olsun çevrenizde.

İyi yıllar herkese...

28 Aralık 2016, Çarşamba 02:30
YAZININ DEVAMI

‘’Ne aslan ne tilki!‘’

Aslanlar toplanmış, liderleri konuşmuş: “Hesapta ormanın kralıyız. Ama açlıktan öleceğiz. Maymuna saldırsak ağaca kaçıyor, fillere saldırsak fazla büyük. Kuşlara dalsak uçuyorlar... Eeee, balık yakalayacak halimiz de yok ki!”
Aslanlar “Ne yapmalıyız” sorusuna cevap aramışlar. İçlerinden biri; “En iyisi boğalara saldıralım” demiş. Bir diğeri destek vermiş; “İri yarılar. Ne pençeleri var ne de dişleri diş! Yani tam bizim dişimize göre...”

Oylama yapmışlar, “Olur” kararı çıkmış.. Ve lider aslan emri vermiş; “Hücummmmm.” Fakat evdeki hesap çarşıya uymamış; Boğalar, saldırı anında hemen organize olabiliyorlar, topluca savunma yapabiliyorlarmış.. Aslanlar her hücumda püskürtülmüş. Açlıktan kırılmak üzere olan aslanlar, yeniden toplantıya girmişler. Lider aslan, “Tilkiye danışalım” demiş.
Durumu anlatmışlar, tilki “Kolay” demiş ve eklemiş: “Beni, boğaların yaşadığı zengin otlakların prensi yapın, işinizi hemen halledeyim...”
Açlık bu, mecburen kabul etmişler... Tilki, elinde beyaz bayrakla o zengin otlaklara gelmiş ve söze girmiş: “Saygıdeğer boğalar. Aslında aslanlar uysaldır, sizi de seviyorlar. Ancak şu sarı boğa var ya, sorun o. Onu görünce canları çekiyor, verin şu sarı boğayı, kurtulun!” Boğa heyeti düşünmüş taşınmış, “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” mantığıyla vermişler sarı boğayı... Aslanlar da afiyetle yemişler elbette.

Bir gün, iki gün sonra... Tilki yeniden gelmiş zengin otlaklara... “Gördünüz mü! Saldırılar kesildi” demiş. Boğalar da durumdan hayli memnunmuş, fakat tilki biraz sonra ağzından baklayı çıkarmış: “Ama şu var ya, benekli boğa. O olduğu sürece rahatınız uzun sürmez. Cezbediyor, aslanların canı çekiyor... Verin, kurtulun!” Boğa heyeti ‘otlağın selameti için’ benekli boğayı da teslim etmiş... Üç gün, dört gün sonra... Tilki yeniden gelmiş; Kuyruğu uzun olanı... Tombul olanı... Kızıl olanı... Tek tek alıp, gitmiş boğaları. Otlak seyrelmiş, aslanlar semirmiş... Aylar sonrasında... Artık tilki gelmemiş, gerek kalmamış çünkü! Bu kez direkt kendileri gelmiş aslanlar... Lider olanı kükremiş; “Hanginizi istiyorsam, canım hanginizi çekiyorsa, onu vereceksiniz. Kızdırmayın beni...”
Otların arasında tir tir titreyen, tek tük kalmış boğalar iç geçirmiş: “Keşke sarı boğayı vermeseydik...”

Ülkemizin durumu malum... Zor günlerden geçiyoruz. Bu vatanı seven, bu bayrağa saygı duyan, içinde halen insanlık adına güzel duygular barındıran ‘sizler’, ‘bizler’ için bu yazı...
Artık sayılı eğlencelerimiz kaldı; mesleğimiz gereği, bizim için içlerinden biri de futbol...
Sahip çıkalım oyunumuza... Artık şu sığ kavgalardan, şiddetten, holiganizmden uzak duralım... Üzüntümüz kaçan gol, mutluluğumuz gelen üç puan olsun! Hayat-memat meselesi yapmayalım bu oyunu... İlk düdük çaldığında düşman değil rakip; son düdük çaldığında dost olalım, eskisi gibi...
Sahip çıkalım birbirimize; Bir olalım, birlik olalım.
Aç gözlü aslanlara karşı duralım... Kurnaz tilkilere aldanmayalım.

Nazım’ın dediği gibi;
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür...
Ve bir orman gibi kardeşçesine...
Bu hasret bizim...

21 Aralık 2016, Çarşamba 02:30
YAZININ DEVAMI

‘’Geçit yok...‘’

Bağdatlı’yız, Bağdat’tayız, Bağdatlı’yız...
Bağdat’ta düşünce bombalar adımız meçhule kalır, adımız meçhul,
Yanar kavrulur bedenimiz sevdiklerimiz, yanar kavrulur,
Külümüz kalır geriye rüzgârda savrulur, sözümüz kalır,
Bir de öfkemiz, bir de öfkemiz, bir de öfkemiz... Öfkeliyiz...
Kül savrulur, söz kalır, öfke büyür, büyüyor...
Bağdatlıyız, Bağdattayız, dünyanın her yanındayız,
Bu kan denizinin dalgalarıyla ‘Yanki’leri boğacağız.
Bağdatlı’yız, Bağdat’tayız, her yandayız...

Geçit yok, isyan var emperyalizme karşı,
Katlettiğin yetti artık, yetti artık, yetti...
Geçit yok, isyan var emperyalizme karşı,
Söndürdüğün ocaklar yetti artık, yetti, yetti...

Yetmez artık... Bombaların durduramaz bu seli,
Sorulacak bir hesap var; Yetti artık, yetti...
Atılan bombanın bir hesabı olacak, olmalı,
Yetti artık, yetti... Hesap vakti geldi...

Bombalanan topraklarda yakılan hayatların,
Söyleyecekleri bitmedi daha, bitmeyecek...
Bombalanan insanlarımız adına da haykırıyoruz bir kez daha, katil Amerika!
Önce gürleyen sesimiz kovar Yankiler’i; sonra biz,
Bombalanan topraklarda yakılan halkların soracakları hesap bitmedi daha, bitmeyecek...

Geçit yok! Buralarda biz varız hey... Türküz, Kürdüz, Arabız biz...
Sömürü, işgal, istila varsa; ‘Ya istiklal ya ölüm’ diyenler de vardı, varlar, varolacaklar.
Biz varken, geçit yok, sömürü, işgal, istila varsa kurtuluş kavgası olacaktır, biz halkız.

Bağdatlı çocuğun çığlığı meydanlarda, öfke dolu bir haykırış, bir taş, bir ateş...
Ki hıncımız yanan çocukların acısı kadar büyük...
Kim yaktı Bağdatlı bebeleri böyle,
Hangi alçak çıkarlar için yüksek teknolojiyle yaktılar, yıktılar, bombaladılar biliyoruz.
Suç kesin, suçlu malum, emperyalizm...

Gereği düşünüldü...
İyi halsiz katillere adil olmaktır en büyük ceza...
Bağdat’ta yanan çocukların acısı kadar acımasız olacağız kovboylara,
Bağdat’ta yananların ahı kadar adaletli olacağız.

Bu, Ümit İlter’in ‘Geçit yok’ şiiridir. Işıklar içinde uyusun; Tuncel Kurtiz seslendirmiştir. Hem de nerede biliyor musunuz; İnönü’de... Hani birkaç gün önce canlarımızın yandığı İnönü’de... Bağdat’ı çıkartın, İstanbul’u koyun yerine... Amerika’yı isteyen çıkartsın, isteyen katilleri koysun yerine... Ve haykıralım tüm bedenimizle: GEÇİT YOK!

14 Aralık 2016, Çarşamba 02:30
YAZININ DEVAMI

‘’Üç an...‘’

Aslına bakarsanız, ilk yarıdaki üç an, bu iki takımdan hangisinin yoluna devam edeceğini göstermişti. Kalan dakikalar, grupta Fenerbahçe’nin mi yoksa Manchester’ın mı lider olacağı sorusunun cevabı için oynandı.

Sahadaki 22 futbolcuyu da kutlamak gerek. Çünkü zehir gibi bir soğukta, bizler tribünde nefes alamazken, onlar saha içinde performans koymaya çalıştı.

Sahanın en iyilerinden biri maçın hakemi, diğeri ise Feyenoord tribünleriydi.
Artık üç takımla Avrupa liginde olacağız. Hem de üçü de birinci torbada.
Yolumuz açık olsun...

(Bu arada Aziz Yıldırım gerçekten şanslı bir başkan! Baksanıza, yaptırdığı Sow tişörtü çok satacak yine...)

09 Aralık 2016, Cuma 02:30
YAZININ DEVAMI

‘’Kötülük için dinlen!‘’

Sezonun ilk haftasında şunları yazmıştık özetle...
“Öncelikle hayırlı olsun 2016-2017 sezonu... Olsun da... Olmayacak gibi!
Baksanıza... Daha sezonun ilk haftası... Avni Aker’de Trabzonspor, TT Arena’da Galatasaray; boş tribünler önünde sezonu açıyor.
Peki neden?
Trabzonspor, Fenerbahçe maçında hakeme saldıran ne idüğü belirsiz bir tetikçi yüzünden...
Galatasaray, Beşiktaş ile oynanan Süper Kupa Finali’nde taraftarının sahaya neden attığı halâ bilinmeyen meşaleler yüzünden...
Peki o hakeme saldıran adam nerede şimdi? Elini kolunu sallayarak ve belki de kasıla kasıla geziyor sokaklarda...
Konya’da o meşaleleri atanlar, kendi kalecileri, hatta kahramanları Muslera’yı bile çıldırtanlar nerede? Onlar da aynı... Ellerini kollarını sallayarak geziyor aramızda...
Oysa ki Galatasaray’a bir maç seyircisiz cezası verdirdi o adamlar... 14 yaralı, 12 gözaltı vardı Konya’da... İşte o 12 adam yüzünden 20 milyon Galatasaraylı seyirden men...
Passolig denilen kart; statlarda ve salonlarda şiddet ve düzensizliği önleyecek, stat ve salonlarımızı bu vahşilerden temizleyecekti. Fakat yine o vahşiler vahşet yaratıyor; fakat cezayı bütün taraftarlar çekiyor. Yaramaz çocuk cam kırdı diye; mahalledeki bütün çocuklara futbolu yasaklamak gibi bir şey bu...
Ceza, suçu işleyene özel olmalı...*

O günden bu yana neler değişti peki?
Fenerbahçe-Galatasaray derbisi oynandı 15 gün önce... Fenerbahçe puanları kazandı belki ama, yine tribünleri kaybetti! İki kale arkası ve diğer iki tribünün üst kısımları; küfür nedeniyle kapatıldı! Ve rakip takım taraftarlarının da bir sonraki deplasmana girmesi yasaklandı.
Peki şimdi ne olacak?
O gün küfrettiği söylenen Fenerliler, cumartesi Beşiktaş derbisine giremeyecek! Onların biletlerini aktardığı kişiler girecek tribüne ve bu kez onlar küfredecek. PFDK yine ceza verecek muhtemelen yine iki kale arkası ve diğer iki tribünün üst kısımlarına...
PFDK yine ceza verecek Galatasaray’ın bir sonraki deplasmanına giden taraftarına...
Fakat... Fenerbahçe’nin Beşiktaş derbisinden bir sonraki iç saha maçına; Galatasaray derbisinde küfür ettiği için ceza verilenler girecek.
Galatasaray’ın bir sonraki deplasman maçına, Kadıköy’de küfrettiği için ceza verilenler girecek.

Sezon başı söylemiştik, bu ceza değil, ödül! Ceza kişiye özel ve caydırıcı olmalı demiştik.
Kötülük yap, biraz bekle, sonra yine kötülük yaparsın demenin cezayla ne alâkası var!
Sezon başı Sayın Bakan Akif Çağatay Kılıç’a seslenmiştik, bir kez daha seslenmek şart. Bu kanun, stat ve salonlardaki şiddet ve küfrü önlemek için yeterli değil. Bu kanunun, uygulanmadığı sürece, öylece kalmasının bir anlamı yok.
Hani o ‘adamın terini bile gösterir’ dediğimiz kameralar incelenmediği sürece, o tribünlerde asla küfretmeyen insanlar da diğer vandallarla birlikte ceza almaya devam edecek...
Bu yarı, Fenerbahçe’nin başına gelenler; ikinci devrede Galatasaray’ın, Beşiktaş’ın, Trabzonspor’un başına gelecek. Böyle devam ettiği sürece, statlarımız salonlarımız asla temizlenmeyecek.
Bu yazdıklarımız; Fenerbahçe-Beşiktaş derbisinden sonra belgelenecek!

01 Aralık 2016, Perşembe 02:30
YAZININ DEVAMI

‘’Çocuk ve koltuk‘’

“Yirmi altı yaşında genç bir adamdım. Amerika’da Osgood’un asistanlığını yapıyorum. Aynı odada John ve Gary adında iki asistan daha var. Bir gün ofise gittiğimde; halının üstünde emekleyen bir oğlan çocuğu gördüm. Gary oğlunu getirmişti. Odada oldukça alçak meşin bir koltuk vardı. Çocuk ona çıkmaya çalışıyordu. Bir bacağını atıyor, tutunuyor ama bir türlü çıkamıyordu. Baba bir yandan çalışırken bir yandan göz ucuyla oğlunu takip ediyordu. John ise hiç ilgilenmiyordu.

Çocuk yine deneyip çıkamayınca yerimden kalktım. Çocuğun koltuk altlarından tuttum, “Hoppa!” dedim ve onu koltuğun üstüne bıraktım. Çocuk önce şaşırdı, sonra koltuğun üstünde kalakaldı. Bana göre o çocuk benim yeğenimdi. Ben de amcası. Amca, yeğenine yardım ediyordu. Vazifesini yapmış bir amcanın mutluluğu içinde gülümseyerek Gary’ye baktım. “Neden yaptın?” diye sordu. “Çıkmaya çalışıyordu” dedim. Gary, “Ben de biliyordum çıkmaya çalıştığını. Sen niye yaptın?” diye üsteledi. Şaşırdım, içimden, “Bu Amerikalılar’a da iyilik yaramıyor” diye düşündüm.
Sonra sordu; “Sen ne yaptığının farkında mısın?”

İstanbul psikolojiyi bitirmişim. İki yıl asistanlık yapmışım, aydın bir insandım.“Bak” dedi; “Çocuk koltuğa çıkacağına inanıyordu. Belki yarım saat, belki bir saat uğraşacaktı ama önünde sonunda çıkacaktı. Çıkınca dönüp bana bakacaktı; ona, “Çıktın” diyecektim. Sonra inecekti. Bütün gün onunla uğraşacaktı ve belki de beş dakikada çıkar hale gelecekti. Bu onun bugünkü zaferi olacaktı.

Sen onun zaferini çaldın!”

Bu müthiş bir dersti. İki hafta sonra Gary’ye, “Neden sadece ‘Çıktın!’ diyecektin? Neden ‘Aferin sana oğlum. Alkış’ değil?” diye sordum.

Verdiği cevap şuydu; “Ben zaferine sadece tanık olurum. Onun benden aferin almak için başarı peşinde koşması doğru değil. Kendisi için başarır ama benim bildiğimi, gözlediğimi, tanık olduğumu bilir!”

Hikaye kime ait bilmiyorum, ama etkileyici olduğu kesin.
O çocuğun yerine Başakşehir’i koyun. Belki bu yıl, belki seneye, belki bir kaç yıl sonra.
O koltuğa mutlaka çıkacaklar; zaferlerini çalacak birileri olmazsa!

İsmet Tongo

Her veda, bir buluşma aslında. Bak sen de bizi bıraktın, gittin. Ama biliyoruz ki onlarlasın şimdi. Coşkun Özarı ve Temel Özalak ile Galatasaray’ı kurtarıyorsunuz belki... Belki de Mehmet Tan ile alayına gider yapıyorsunuz. Ayhan Yılmaz makaraya geliyordur muhakkak. Tanımıyor olabilirsin, ama o entellektüel çocuk da bizden; adı Önder Dertli... Sıkılgan adamsın, o yüzden kısa keseceğim. Ellerinden öper, hakkımı helal ederim. Sen de helal et. Zahmet olmazsa bizimkilere de selam et!

23 Kasım 2016, Çarşamba 02:30
YAZININ DEVAMI

‘’Biz bitti demeden...‘’

Türkiye’ye, Türk insanına zehir etmiştiniz son Avrupa Şampiyonası’nı...
Aldığınız sonuçlar umurumuzda bile değildi oysa ki.
Biz sadece, o formayı sırtına geçirenlerden, o formayı sırtına geçirenleri yönetenlerden hep birlikte, omuz omuza mücadele etmelerini istemiştik. Futbolla özdeşleştirmeyi doğru bulmasam da, her maç ‘savaşmalarını’ istemiştik. Kaybetsek bile onurumuzla, ter dökerek kaybetmeyi istemiştik.
Çünkü biliyorduk ki; bazen yenilsen bile kaybetmiş olmazsın.
Tıpkı, İzlanda gibi...
Tıpkı, Arnavutluk gibi...
Tıpkı, Galler gibi...

İsteğimiz, sadece bir iz bırakmaktı Fransa’da... Tıpkı, İzlanda’nın tribün şovu gibi... Tıpkı, 2008’de “Biz bitti demeden bitmez” dediğimiz günlerdeki gibi...
Ama siz...
Prim derdine düştünüz... “O, bu kadar aldı, ben bu kadar” dediniz. Sanki ‘O’ başka bir takımın futbolcusuymuş gibi...
Transfer derdine düştünüz... Yarın karşı karşıya geleceğiniz rakipleriniz dinlenmek için uykuya dalmışken, otel odasında sabaha karşı menacerlerinizle pazarlıklara giriştiniz. Sanki ‘başka bir gün yokmuş, boşta kalacakmışsınız’ gibi...
Önce birbirinize düştünüz, sonra tribündeki taraftarlarla didiştiniz... İspanyol futbolcular sahada futbol oynamayı bıraktı, İspanyol taraftarlar bizimkileri coşturmak için ortak tezahürata başladı. Onlar bunu yaparken, siz halâ tribünlere gider yapıyordunuz. Sanki o tribündeki adamlar, sizi yıllardır baştacı yapmamış gibi...

Bugün, bu ülkede Milli Takım’ın reytingi yoksa... Nedenlerinden biri de sizsiniz... Siz ve sizin gibi futbola sığ bakanlar yüzünden, İstanbul’da maç oynayamıyor Milli Takım... TFF’nin bulduğu çözüm mükemmel! Konya’da oynatıyor, Antalya’da oynatıyor!

Şampiyona bitti, hesaplarınız bitmedi... Facebook’tan yazdınız... Twitter’dan yazdınız... İnstagram’dan yazdınız...
Yaza yaza bitiremediniz öfkenizi....

Sizin bir kaşık suda yarattığınız fırtına sürerken...
Fatih Terim; Arda Turan’ı, Gökhan Gönül’ü, Burak Yılmaz’ı, Selçuk İnan’ı kadro dışı bırakmışken...
Hırvatistan ve Ukrayna ile berabere kaldık.
Bilecik kadar nüfusu olan İzlanda’ya 2-0 kaybettik.
Rusya’da yapılacak Dünya Şampiyonası’na katılma hayallerimiz vardı, (size rağmen bizim halen umudumuz var) ama büyük avantaj kaybettik.

Ne oldu şimdi?
Ne değişti?

Prim hesaplarınız... Transfer kaygınız... Birbirinizle kavganız bitti mi?
Kosova’ya gol attığımızda kulübeye koşup Fatih Terim’e mi sarılacaksınız, hiç bir şey yaşanmamış gibi...
Yoksa saha içinde gözyaşları döküp, herşeyi unutmamızı mı isteyeceksiniz?

Diyelim ki hepsine kabulüz...
Fakat artık galip gelseniz bile kazanamayabilirsiniz...
Çünkü bekliyoruz...
Bizlerden...
Kayıtsız-şartsız Milli Takım’a gönül verenlerden ne zaman özür dileyeceksiniz?

09 Kasım 2016, Çarşamba 02:30
YAZININ DEVAMI