‘’Beşiktaş'a ihanet!‘’
Aklımda onlarca soru var. Kendimce cevaplarım da var aslında! Sizler de kendi yanıtlarınızı verin!
Beşiktaş... Quaresma’nın Bursa’da yaptıkları, aslında Beşiktaş’a ihanet değil mi? (Öyle ya; hakem 3 pozisyonun birinde kırmızıyı gösterse, Bursa’yı yenemesen, 3 haftaya Başakşehir ile puan puana ya da geride girsen, şampiyonluğun riske girmez mi? Beşiktaşlılar “Quaresma atılmalı” diyenlere “Beşiktaş düşmanı” diyeceğine, olaya bu pencereden bakmak zorunda değil mi?)
Galatasaray... Kalesinde Muslera olan bir takım, 31 haftada nasıl 10 mağlubiyet alır? 31 haftada nasıl 37 gol yer?) (Ya Muslera olmasa? Puan cetvelinde nerede olurdu sizce Galatasaray? Sneijder, Podolski, Bruma yıldız diyorsun ama... Bir onların kazandırdığı maç sayısına bak, bir de Muslera’nın... Neden kaptan yapılmaz Muslera?)
Fenerbahçe... Bir zamanlar 34 maç üst üste kazandığın; bir zamanlar namağlup sezon bitirdiğin Kadıköy’e ne oldu? Neden 8 bin kişiye oynuyorsun? (Kazandığın maçlarda bile takımın en iyisi Volkan Demirel! Bu nasıl yorumlanmalı? 16 maç kazanmış, 15 kazanamamış Fenerbahçe... Takımında 5 Gol Kralı var. O krallar ne iş yapar?)
Başakşehir... Tarih yazabileceğin bir yolda son viraja giriyorsun. 5 tane oyuncun 1 tane gazeteciyi neden döver? (Dövmek basit kalır, vahşet bu! Suç belli, cezası da belli... Yıllardır sergilediğin duruşunla ‘hepimizin takımı’ olmak yolunda ilerliyordun, bu oyuncular için Tahkim’e gittin, her şeyi mahvettin. Sen de diğerleri gibi oldun artık, kazanmak yolunda her şey mübah diyenlerden... Oysa ki gönüllerde hep şampiyon kalabilirdin.)
Trabzonspor... 5 maç kazanınca göklere çıkardığın Ersun Yanal’ı, 2 maç kazanamadığında neden yerden yere vuruyorsun? (Kazandığı günlerde “Mutlaka yeni kontrat yapılmalı” dediğin adama, kaybettiğinde “İstifa et” baskısı yapıyorsun. 50. yılın ilk günlerine adım attığın bu dönemde, istikrar adına hareket etmelisin oysa... Üstelik Ersun Yanal’ı göndersen, kimi getireceksin?)
Bursaspor... Takım otobüsüne girip futbolcularını dövüyorsun, sonra nasıl başarı bekliyorsun? (O günden bu yana kaç maç oynadınız, kaçını kazanıp kaçını kaybettiniz. O günden bu yana kaç gol attınız, kaç gol yediniz? Bu sezon kaç teknik direktör değiştirdiniz? O olay yaşandığı gün puan cetvelinde hangi sıradaydınız ve şu an hangi sıradasınız?)
Gaziantepspor... Bir mucizeye ihtiyacı var artık kümede kalması için... Yıllardır borç haberleri yazılıp çizilir Antep için... Tesislerin elektiriği kesilir, futbolcuları isyan eder falan filan... Şimdi mutlu musunuz? (Bakın Sakarya’ya, Samsun’a, Denizli’ye ve bir zamanlar Süper Lig’de fırtınalar estiren onlarca kulübe... Nasıl geleceksiniz geriye? )
Türkiye Futbol Federasyonu... A Milli Takım’a herhangi bir köşeden bulaşana milyonlarca para akıtıyorsunuz ya... U 17 Milli Takımı’nın hocasına,. futbolcusuna, ekibin tamamına ne ödül vereceksiniz?
‘’Burnundan kıl aldırmamak!‘’
Adam o kadar zengindir ki; mal varlığının kaç haneli rakamlarla ifade edildiğini kendisi bile bilmez. Ama insan işte sonuçta! Herkes gibi grip olabilir, burnu akabilir yani! Bir sabah, çıldırtan bir baş ağrısıyla uyanır o çok pahalı yatağından! Hizmetkârları ağrı kesici getirir, içer, ama nafile!
Bir gün, iki gün, üç gün... Geçmez bir türlü ağrısı... Hemen doktorlar çağrılır. Muayeneler, tahliller yapılır, fakat hiç bir hastalık teşhisi konulamaz. Adamın baş ağrısı bir türlü geçmez, geçmediği gibi artarak sürer. Artık gözleri de yaşarmaktadır, öyle bir hâl almıştır ki durumu, yataktan çıkamamaktadır.
Yardımcıları yurt dışına götürürler, orada da muayeneler, tahliller ve sonuç aynı: Tıbbi anlamda bir sorun yok! Doktorlar, yardımcılarına şunu söyler: “Onu evine götürün. En azından son günlerini evinde geçirsin...”
Eve dönerler.
Bir zamanlar jilet gibi giyinen o çok bakımlı adam gitmiş; bitmek bilmeyen ağrılar yüzünden yorgun düşmüş, yaşlanmış, saçı sakalı birbirine karışmış bir adam gelmiştir yerine... Yardımcıları, ‘en azından kendisini iyi hissetsin’ düşüncesiyle, eve berber çağırırlar. Berber, yataktan kalkamayan adamı traşa başlar. Meşhur berber-müşteri sohbeti başlar. Adam bir kaç hafta içinde hayatının nereden nereye geldiğini anlatır ve artık ölümü beklediğini söyler. Bu arada saç ve sakal traşını bitiren berber, adamın burun kıllarını temizlemek için harekete geçer ve bir bakar ki adamın burnunda kıl dönmesi var! Alır eline cımbızı, çeker ters dönmüş kılı! Adamın çığlığını duyan yardımcıları içeri dalar ve berber bir yandan darp edilirken diğer taraftan kapı önüne konulur. Tüm eşyaları evde kalmıştır ve elbette cımbızı ve cımbızın ucundaki 20 santimlik kıl da!
Ağzı burnu kan içindedir adamın, hemen pansuman yapılır ve tekrar yatağına yatırılır. Adam derin bir uykuya dalar.
Ertesi sabah, haftalar sonra ilk kez mutlu uyanır yatağında. Ağrı bitmiştir, gözlerinin yaşarması geçmiştir. Dönen kılın sinire değerek uzayıp gitmesidir meğerse o kahreden ağrıların, göz yaşarmasının sebebi....
Onca doktorun çözemediği sorunu, bir berber çözmüştür! Adam sözünü tutar ve berbere bir servet bağışlar!
‘Burnundan kıl aldırmamak’ deyiminin hikayesidir bu!
İnsanlar bu deyime, bu hikaye yüzünden küçük bir ekleme de yapmışlar: Burnundan kıl aldırmayanların başı çok ağrır!
Bugün etrafımızda çok var böyle adamlar... Burnundan kıl aldırmazlar!
İsimlerinin önüne Fenerbahçe, Beşiktaş, Galatasaray ve Trabzonspor gibi büyük markaları koymuşlar; o büyük gücün verdiği zenginlikle ‘dünyayı ben yarattım’ havasındalar!
Kimileri başkan, kimileri teknik direktör, kimileri yönetici, kimileri futbolcu!
Ama gün olur, devran döner!
O büyük gücü veren o büyük markalar, bir gün sizleri de kapı dışına iterler...
Zenginliğinizden eser kalmaz, kendinizi çırılçıplak hissedersiniz.
Bugün burnunuzdan kıl aldırmazsınız ama...
Yarın başınız çok ağrır...
Göz yaşlarınız hiç dinmez!
‘’Ceketliler nasılsınız!‘’
Eşkıya bir köyü basar ve bütün kadınları dağa kaldırır. Ağa ve adamları iz sürüp eşkıyanın etrafını kuşatır. Köylüyle baş edemeyeceğini anlayan eşkıya, kadınları bırakıp kaçar. Ağa ve köylüler, kadınlarını da yanlarına alarak evlerine dönerler. Akşam olur, Ağa ile karısı arasında şu konuşma geçer:
-”Ne yaptılar size!”
-”N’olacak, hepimizin ırzına geçtiler.”
-”Ağa’nın karısı olduğunu söylemedin mi?”
-”Söyledim.”
-”Eeeee, ne yaptılar!”
-”Altıma halı serdiler!”
Lyon-Beşiktaş maçını statta izlemiştim. Fransız ve Türk taraftarlar arasında yaşanan bir sorun değildi o... Stattaki tek boş tribünden aniden içeri dalan 70-80 kişilik tepeden tırnağa siyah giysili, yüzleri kar maskeli adamlar yüzünden yaşandı her şey...
Öyle ki, sahanın içine kaçanların yüzde 90’ı Fransız’dı zaten. Hâl böyleyken, UEFA Disiplin Komitesi, hem Lyon’a hem de Beşiktaş’a aynı cezayı verdi. İki kulübe de, “Gözüm üzerinizde, aynı olaylar tekrarlanırsa, sizi yarış dışına iterim” dedi.
Bazen altımıza halı seriyor UEFA, bazen onu bile çok görüyor! Fakat verdikleri her kararda, her nedense hep biz mağdur oluyoruz.
Şike Operasyonu’nda gelinen nokta ortada... Fenerbahçe’yi Avrupa’dan men ettiler. Trabzonspor’a istediklerini vermiyorlar, yani bir ceza da onlara veriyorlar. Lyon’un Dinamo Zagreb maçında yaptığı bariz şikeyi görmediler bile!
UEFA; Vodafone Arena’da, TT Arena’da, Saracoğlu’nda eksikler bulup sıralıyor. Sonra bir bakıyoruz ki, kulüplerimizin deplasmanda oynadığı statlar, bir facia... Sahanın çimleri yarım metre, soyunma odaları pislik içinde.
Almanya, Avusturya, İsviçre gibi bir çok ülke; bizim takımlarımızın kendi sınırları içinde maç oynamalarını istemiyor. Güya gurbetçiler, hep olay çıkartıyormuş! Aynı ülkeler; bir İngiliz ya da bir Rus takımı ile eşleştiğinde benzer yaptırımlarda bulunabiliyor mu!
Bir futbolcu, bizim kulüplerimizden birinden hukuksuz bir şekilde ayrılsa dahi, haksız çıkma ihtimali yok! UEFA, mutlaka o yabancı futbolcudan yana tavır alır.
Sakın ola ‘kafatasçı’, ‘ırkçı’, ‘kindar’ falan olduğumu düşünmeyin. Aksine benim hayat prensibim şudur: “İnsanlar ikiye ayrılır; iyiler ve kötüler...” Yani din, dil, ırk gibi kıstaslarım sonradan gelir!
Fakat futbolun Avrupa’daki patronu UEFA, söz konusu biz olunca ‘fişlenmiş’ gözüyle bakıyor. Hep ön yargı ve elbette hep haksız kararlar...
Şu Lyon-Beşiktaş maçı bardağı taşıran son damladır! Ortada fanatizm, holiganizm ile açıklanamayacak bir durum var! Ve kanımca bu olayın perde arkasında; Avrupa’yı etkisi altına alan aşırı sağcı, ırkçı, faşist hareketlerin parmağı var! Tablo ürkütücü... Buna karşın yıllardır bizi UEFA’da temsil eden Şenes Erzik Bey... Kısa süre önce önemli bir göreve getirilen Servet Yardımcı Bey... Futbol Federasyonu Başkanı Yıldırım Demirören Bey... Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda? Nasılsınız? Rahat mısınız? Siz ne yaparsınız!
‘’Her 'Erkek', 'Adam' değil!‘’
Çocukluğumuz, ergenliğimiz, gençliğimiz ve yaşlılığımız...
Aşklarımız, kavgalarımız, aldatmalarımız ve aldatılmalarımız...
Dostluklarımız, kardeşliklerimiz, düşmanlıklarımız...
Barışlarımız ve malesef savaşlarımız...
Topraklarımız, denizlerimiz ve masmavi gökyüzümüz...
Evliliklerimiz, boşanmalarımız ve çocuklarımız...
Umutlarımız, endişelerimiz, korkularımız...
Mutluluklarımız, üzüntülerimiz ve yıkıntılarımız...
Dolarlarımız, Eurolarımız, Liralarımız...
Hiç bitmeyecek sandığımız zenginliklerimiz..
Ve hiç geçmeyecek sandığımız fakirliklerimiz...
İki göz oda, daracık bir mutfak ve sevgi dolu yuvalarımız... Havuzlu ama mutsuzluk dolu villalarımız...
Kömürümüz, petrolümüz, doğalgazımız... Yerin dibini delişlerimiz, doğayı katletmemiz...
İnsanlığa dair ne varsa siz de ekleyin bu listeye... Ve sonra...
Ve sonra alttaki fotoğrafa bakın!
Yakıtı bittiği için Satürn’e intihar dalışı yapacak olan Cassini isimli keşif aracı; son görevi olarak bu fotoğrafı yolladı. Tam da Satürn’ün halkaları içinden çekti bu fotoğrafı... Dikkatle bakın; Çok uzaklarda iki küçük beyaz nokta var. Küçük nokta ‘Ay’, biraz daha büyük olan ise ‘Dünya’...
Bir karış toprak için savaşlar ettiğimiz... Bir litre petrol için çocukları katlettiğimiz... Kendi ürettiğimiz komünizm, faşizm gibi felsefeler ve yine kendimizi onlar uğruna öldürmelerimiz...
Kimimiz bir ev alma hayali kurduk hep, yıllarca borç ödemeyi göze alarak...
Kimimiz bir ev parasını bir gecede hiç ettik, çılgınlar gibi eğlendik.
Hepsi, ama hepsi, işte o küçücük beyaz noktada yaşandı. 4.5 milyar yaşında diyorlar Dünya için.. Ve ilk günden bu güne 108 milyar insan yaşadığı tahmin ediliyor.
Her şey, hepsi işte bu küçücük beyaz noktada yaşandı.
Diyeceğim o ki; büyütme kendini... Kendini asla dev aynasında görme...
Paran var, pulun var, meşhursun diye aklına her geleni yapacağını düşünme...
En büyüğün, o küçücük beyaz noktanın içinde 108 milyardan biri işte!
Yılmaz Özdil’in Adam isimli son kitabının son sözleri şöyledir;
“Kadın’ı okudunuz.
Bu da Adam.
Diyebilirsiniz ki...
Kadının karşılığı erkek değil mi?
Bence değil.
Çünkü, her ‘Kadın’, ‘Kadın’ ama...
Her ‘Erkek’, ‘Adam’ değil...”
(NOT: Ne alâkası var demeyin; hafta sonunda yaşananlara dair fikirlerim bunlardır.
İsteyen, istediği gibi alsın!)
‘’Suçlu komutanlar‘’
Kara, deniz ve havacılardan oluşan birlikte komutanlar, “Hangimizin askeri daha cesur” iddiasına girerler. İlk sözü karacıların komutanı alır, bir askeri yanına çağırır ve emreder:
“Yere yat!”
“Başüstüne komutanım...”
Komutanı, bir tankın, askerin üzerinden geçmesi talimatını verir. Tank gelir, asker kılını kıpırdatmaz ve hayatını kaybeder. Komutan, savaş kazanmış bir edayla seslenir:
“İşte cesaret bu!”
Sıra, havacıların komutanındadır. O da bir askerini çağırır ve şu emri verir:
“Şu helikoptere bin!”
Asker biner ve helikopter bir hayli yükseldikten sonra telsizden komutanın yeni emri gelir:
“Atla, ama paraşütünü açma...”
Asker atlar, paraşütünü açmaz ve malum son... Komutan ise gururla etrafına hava yapar:
“İşte cesaret bu!”
Ve sıra denizcilerin komutanına gelir. Askerini çağırır ve emreder:
“Derhal denize atla... 10 dakika yüzeye çıkma...”
Asker cevap verir:
“Hadi ulan!”
Ve komutan, diğer komutanlara dönerek şunu söyler:
“İşte cesaret bu!”
Askerlerin hata yapma, bu hataların sonrasında mazeret üretme hakları vardır. Çünkü emri komutanlar verir, askerler de bu emirleri yerine getirir. Fakat komutanların ne hata yapma ne de mazeret üretme hakları vardır. Çünkü emir-komuta zinciri denilen şey budur.
Dick Advocaat ile İgor Tudor’un hemen her maç sonrasında yaptıkları açıklamalara bakınca, aklıma geldi bu hikaye... Alınan her kötü sonucun ardından suçu takıma ya da futbolculara, ikisi de olmazsa bir eski teknik direktöre kesiyorlar. Hafta içinde o takımı, kendileri çalıştırmıyormuş gibi... Takımın uygulaması gereken taktiği, kendileri belirlemiyormuş gibi... Bir futbolcusu (askeri) isyan etse (Hadi ulan dese), bir sonraki maç kadroyu göremiyor.
Kulübedeki 7 yedek oyuncusu da milli olan teknik adam oysa ki onlar... Advocaat; 90 dakika boyunca tek bir değişiklik yapmadan bitirdi Akhisar maçını... Tudor; sıralamadaki yerlerini belirleyecek Başakşehir maçına, Sneijder’siz, Podolski’siz başladı. Sonra ikisi de kazansa da kaybetse de takımını suçladı.
Futbolcuların (askerlerin) elbette hataları vardır; fakat savaşları askerler değil komutanlar kazanır ya da kaybederler...
Bu örnekten yola çıkarsak, o komutanların da bir üstleri var elbette... Hani askeriyede Genelkurmay Başkanı olduğu gibi... Kulüplerdeki eşdeğerleri ise elbette Başkanlar...
Balık baştan kokar...
Bilmem anlatabildim mi!
‘’Eşek mi semer mi?‘’
Amerikalı bir antikacının yolu Türkiye’ye düşer...
Hayvan pazarının birinde gezerken; önünde ihtiyarca bir adamın durduğu, zayıf mı zayıf, hasta bir eşek görür.
Ancak dikkatini çeken, bu zavallı eşek değil, eşeğin üzerindeki oldukça eski ve son derece değerli semerdir.
Antika kültürü olmadığını düşündüğü bu zavallı ihtiyardan semeri son derece ucuza satın alabileceğini hesaplar ve pazarlığa başlar.
Sıkı bir pazarlıktan sonra, eşeği normal fiyatının 4-5 katına satın almak üzere anlaşır. Öyle ya; Milyonlarca Dolar değerindeki semeri, 4-5 eşek parasına almıştır. Tam sevinmeye başlamışken, ihtiyar yanındaki çocuğa seslenir:
- Oğlum, kalk da ahırdan yeni bir semer getir beyefendi için, bu eski semerle göndermeyelim onu!
Amerikalı tutuşur,
hemen kurnazlık yapmaya çalışır:
- Benim için sorun değil, zahmet etmeyin!
Amerikalı dil döküyor ama ihtiyar geri adım atmıyor. Ve en sonunda da Amerikalı’ya dersini veriyor:
- Boşuna uğraşma beyim, biz o semerle çok eşek sattık!
***
Ligin bitmesine haftalar var ve Fenerbahçe ile Galatasaray’ın şampiyonluk şansları bir mucizeden bile ötede...
Ne olacak peki bundan sonra?
Transfer yapacaklar.
Milyonlarca Euro verip aldıkları adamları gönderecek, milyonlarca Euro vererek yeni adamlar alacaklar.
Yine olmadı diyelim...
Makarayı başa saracak, söylemekten nefret ettiğim o cümleyle yola çıkacaklar:
Beyaz bir sayfa açıyoruz!!!
***
Ligi erken bitirip transfer sezonunu erken açtılar Fenerbahçe ve Galatasaray yönetimleri...
Hep böyle olur zaten!
Ne özeleştiri yaparlar, ne sorunu temelden bitirmek için çaba harcarlar.
Maksat, günü kurtarmak. Olmuyorsa, teknik adamı yollarlar. Yine olmuyorsa, silbaştan takım yaparlar!
***
Bir çok yönetici Amerikalı gibi; eşeğin değil, semerin peşinde koşuyor!
Bu dünyanın en zeki adamları ise menacerler elbette, hikayemizdeki ihtiyar gibi! Semeri gösterip, işi bitmiş eşeği satıyorlar!
Taraftar bu hikayenin neresinde derseniz...
Tam içinde!
Hani derler ya; Biz eşek olduktan sonra semer vuran çok olur!
‘’Ruhu yok!‘’
Messi’si, Neymar’ı, Suarez’i var... Pique’si, Busquets’i, İniesta’sı var... Mascherano’su, Jordi Alba’sı, Arda Turan’ı var... Yazmadığım diğer futbolcuları da dünyanın en önemli yıldızları arasında...
Fakat bir şeyleri eksik, o birkaç sene önceki Barcelona’dan...
Efsane PSG maçından sonra bunları yazdığım için belki de güleceksiniz içinizden! Fakat birkaç yıl önce iple çekerdim Barcelona’nın maçlarını... Artık denk gelirsem izliyorum.
Çünkü Xavi ve Puyol gittiğinde; sadece iki yıldızını kaybetmedi Barça...
İsyanını kaybetti, takımdaşlığını kaybetti, ruhunu kaybetti belki de biraz da...
Gerard’dan sonraki Liverpool gibi...
Giggs’ten sonraki Manchester United gibi...
Dani Alves’ten sonraki Sevilla gibi...
Yine yıldızlarla dolu kadroları, ama bizi onlara çeken bir şeyleri eksik sanki...
Maç günleri Kadıköy’de olmak, bir şenlikti... Sadece futbol maçı değildi yaşanan...
Hafta içi birbiriyle görüşemeyen dostlar, maç günleri randevulaşırdı. Herkesin bir mekanı vardı.
İsteyen bir cafede kahve eşliğinde; isteyen bir meyhanede birkaç yudum eşliğinde sohbetlerini ederdi.
Yaşanan; bir futbol maçının çok ötesiydi.
Dostluklar, arkadaşlıklar, ahbaplıklar.. Ve belki de tartışmalar, kavgalar, isyanlar...
Fakat hepsinin toplamında; ortak bir ruh vardı.
HSelçuk Şahin’i gönderdi Fenerbahçe... Pierre Webo’yu, Emre Belözoğlu’nu, Dirk Kuyt’ı gönderdi.
Görüntüye aldanmayın; gidenler, sadece futbolcular değildi elbette.
Onlar varken; haftada bir takım halinde yemek yerdi Fenerbahçeli futbolcular...
Eşleriyle beraber görüşür, saha içinde olduğu gibi saha dışında da hayatı paylaşırlardı.
Şimdi bitti!
Fernandao’nun kolu kırılmışken, yerde çığlıklar atarken yanına sadece bir-iki futbolcunun gittiğini görünce böyle düşündüm işte.
Oysa ki, hepsinin canı acımalıydı o an... Hepsi üzülmeli, arkadaşının yanına koşmalı, durumunu merak etmeliydi en azından...
Bu kararların tümünü siz verdiniz Aziz Yıldırım Başkan... Şimdi yeniden o eski güzel günlere dönmek için elinizde bir seçenek var.
Selçuk’u, Emre’yi, Kuyt’ı ya da Webo’yu almanızdan bahsetmiyorum elbette.
Fakat bir yerlerden başlamak istiyorsanız eğer, ‘Kocaman’ bir fırsat var elinizde...
Bu, belki de, köprüden önceki son çıkış olacak sizin için de...
‘’Topal'dan Salih'e‘’
Düne kadar adamlığına sayfalar döşendiğimiz... Mütevazılığına övgüler yağdırdığımız... Eşiyle birlikte yaptığı hayır işlerine gıptayla baktığımız bir adamdı o... Bir günde her şeyi unuttuk. Ne adamlığı kaldı, ne iyiliği, ne karakteri, ne hayırseverliği... Televizyon ekranlarına çıkıp, “Biz de onu adam zannederdik” diyenler bile var. Adamlığın ölçüsü, sanki onun görüşleriyle sınırlıymış gibi... Mehmet Topal bir günde, bir pozisyonda, bir golde adam olmadı ki... Bir günde, bir pozisyonda, bir golde adamlığını sorgulayalım. Türk futbolunu cehenneme çeviren adamlar var. Forma aşkımızı öfkeye, futbol sevgimizi nefrete çeviren adamlar onlar... Renk körü olmuşlar; Dünyayı gri görüyorlar. Onların yaptığı provakasyon yüzünden İstanbul’da milli maç oynanmıyor artık. Bir kulübe gönül vermiş insanlar, başka takımı tutan can dostlarını yok sayıyor. Dostluklar bitiyor, arkadaşlıklar sona eriyor. Şimdilerde Türk futbolunun kurtuluşu için yepyeni, modern statlardan önce... Her çaldığı düdük doğru olan hakemler, her vurduğu gol olan santrforlardan önce... Eto’o, Vagner Love, Demba Ba, Van Persie, Sneijder, Adebayor gibi yıldızlardan önce... Başka bir şeye ihtiyacı var. Bu cehennemi cennete çevirecek, bu cehennemden beslenenleri yok edecek bir lidere... Türk futbolunun bir Martin Luther’e ihtiyacı var.
★★★
Geçtiğimiz hafta yazmıştık bu satırları... Bu yazıdan bir kaç gün sonra... İlk saldırı gerçekleşti! Alanya’da bir vatandaş geldi ve “Topal elinle attın, yakışmadı” dedi. Fenerbahçe’nin konaklayacağı otelde yaşandı hem de bu olay... Yarın bir başka şehirde, bir başka vatandaş, belki de bu kez bir başka şekilde saldırıya geçecek. Darp yok, şiddet yok demeyin... Böyle başlıyor her şey... Bugün sözle, yarın... Birisi için; Vatan hainliğine kadar gidiyor sonrasında saldırılar. Bir diğeri için; Mesleğini bıraktırmaya kadar...
★
Deniz Ateş Bitnel’in hakemliğini bitiren Salih Dursun’u gördüm bu hafta... Kweuke’nin masumiyetinden bahsetmeyeceğim; fakat Salih’in almadığı darbe nedeniyle ölürcesine kendini yere atışından söz edeceğim. Sonra... Hakemin sarı kartı... Kweuke’nin isyanı... Ve ikinci sarı; kırmızı! Belki de Çaykur Rizespor’un küme düşme anı olacak bu kırmızı. Dünlerde... Kötü yönetime isyan eden Salih Dursun, almıştı kırmızıyı, hakeme göstermişti. Kahraman ilan etmiştik. Caddelere ismini vermiş, tişörtler yaptırmıştık. Açılıştan açılışa davet ediyorduk. Sembol olmuştu bir kulübün direniş savaşında... O anları bir günde unutuverdik gitti. Tak... Salih, gönderildi kulüpten... O günlerde adaletin sembolü, isyanın bir numaralı figürü ilan ettiğimiz bu gencecik adam... Bu günlerde bir başka kulübün geleceğiyle oynadı kesinlikle...
★
Salih Dursun’un özelinde yazmıyorum; bu, ülkemizin, bizim, hepimizin ortak suçu... İnsanları bir ‘an’la kahraman ilan ediyoruz. Kullanıyoruz acımasızca... Sonra da silip atıyoruz.
★
Ne Salih Dursun yazısı bu, ne Mehmet Topal, ne Fenerbahçe, ne Trabzonspor, ne Kweuke, ne de Çaykur Rizespor yazısı... Bu; günlük yaşıyor olmanın bizlerden neleri götürdüğünün yazısı... Sonuçta hepsi bizim kulübümüz, hepsi bizim futbolcularımız... Anlık reflekslerle, bu oyunun, bu kulüplerin, bu oyuncuların dengelerini bozmayalım