‘’Savaş yalnızca savaş‘’
Son bölüm dizimizde.
Savaşın yüzünün en karanlık yansıması.
Hikaye beni çok etkiledi.
İnternet ortamında buldum.
Yorumlayarak yazıyorum.
Spor yok,
Sanat yok,
Eğlence yok,
Gülüşler var ama yarım,
Bu savaşın gerçek yüzü.
İnanan bebelerin hikayesi bu,
Bugün gözünün içine düşen kirpikten dolayı üzüldüğümüz bebelerimize,
Ayakkabı markasını beğenmeyen evlatlarımıza,
Yemek beğenmeyerek farklı arayışı olan çocuklarımıza,
Belki hiç anlatılmamış bir yansıma.
Bir masal değil.
Tam anlamı ile gerçek.
Hayatın içinden bir sayfa.
Yer Balıkesir İvrindi’nin Mallıca köyü.
104 yaşında vefat eden Azman Dede, Çanakkale Savaşı'na katılmış gazilerimizden. Gençliğinde iki metreyi aşkın boyu, dev görünümüyle insan azmanı sayılmış, herkes ona azman demeye başlamış, soyadı kanunu çıkınca da Azman soyadını almıştı. Esas ismi adeta unutulmuş.
Kahvede oturuyor, otururken gözleri dalıyor.
Düşünüyor ve gözlerinden yaşlar süzülüyor.
Yaşlı yüzünde ağlamaktan iz yapmış sanki yaşların süzüldüğü yanaklarda damlalar,
Hele söz Çanakkale’ye geldiğinde o koca ihtiyar sarsıla sarsıla, hıçkırıklar içinde ağlamaya başlıyor…
Ve anlatıyor:
- Bir hücum sırasında bölük erimişti. Yüzbaşı telefonla takviye istedi. Gece yarısı siperleri takviye için istediğimiz askerler geldi. Hepsi askere alınmış gencecik insanlardı. Ama içlerinde daha çocuk denecek yaşta üç-dört asker vardı ki hemen dikkatimizi çekti. Bölüğü düzene soktum. Yüzbaşı gelenlerle tek tek ilgileniyor, karanlıkta el yordamıyla üstlerini başlarını düzeltiyor, sabah yapılacak olan süngü hücumuna hazırlıyordu. Sıra o çocuklara geldiğinde, o cıvıl cıvıl şarkı söyleyerek gelen çocuklar birden çakı gibi oldular.
Yüzbaşı sordu:
- Yavrum siz kimsiniz?
İçlerinden biri:
- Galatasaray Mektebi Sultanisi talebeleriyiz. Vatan için ölmeye geldik! diye cevap verdi.
Gönlüm akıverdi o çocuklara. Bu savaş için çok küçüktüler. Daha süngü tutmasını bile bilmiyorlardı. Onlarla ilgilendim. “Mermi böyle basılır. Tüfek şöyle tutulur. Süngü böyle takılır. Düşmana şöyle saldırılır!” diye.
Onları karşıma alıp bir bir gösterdim. Siperlerin arkasında ay ışığında sabaha kadar talim yaptık. Gün ışımadan biraz dinlensinler diye siperlere girdik. Ortalık hafif aydınlanır gibi olunca hep yaptıkları gibi düşman gemileri gelip siperlerimizi bombalamaya başladılar. Yer gök top sesleriyle inliyordu. Her mermi düştüğünde minare gibi alevler yükseliyor, bir gün önce ölenlerin kol, bacak, el, ayak gibi parçaları havaya kalkan toprakla siperlere düşüyordu. Mermiler üzerimizden ıslık çalarak geçiyordu. Siperler toz duman içinde kalmıştı.
“Annem beni yetiştirdi bu yerlere yolladı Al sancağı teslim etti Allah’a ısmarladı”
Bir ara Yüzbaşı “Azman yandık!” diye siperin köşesini işaret etti. O şarkı söyleyerek sipere gelen, sanki çiçek toplarmış gibi neşeli olan o çocuklar, siperin bir köşesinde sanki bir yumak gibi birbirine sarılmış tir tir titriyorlardı. Çocuklar harbin gerçeği ile ilk defa karşılaşıyorlardı. Ürkmüşlerdi. Yüzbaşı yandık demekte haklıydı. Muharebede bir ürküntü panik meydana getirebilirdi. Tam onlara doğru yaklaşırken içlerinden biri avaz avaz bir marş söylemeye başladı!
Annem beni yetiştirdi bu yerlere yolladı
Al sancağı teslim etti Allah’a ısmarladı.
Boş oturma çalış dedi hizmet eyle vatana
Sütüm sana helal olmaz saldırmazsan düşmana.
Baktım hemen biraz sonra ona bir arkadaşı daha katıldı. Biraz sonra biri daha... Marş bitiyor yeniden başlıyorlar. Bitiyor bir daha söylüyorlar. Avaz avaz! Gözleri çakmak çakmak...
Hücum anı geldiğinde hepsi süngü takmış, tüfeklerine sımsıkı sarılmış, gözleri yuvalarından fırlamış, dişler kenetlenmiş bekliyorlardı. O an geldi. Birden Yüzbaşı “Hücum!” diye bağırdı. Bütün bölük, bütün tabur, bütün alay cephenin her yerinden fırladık. İşte tam o anda, tam o anda, o çocuklar kurulmuş birer yay gibi siperlerden fırlayıverdiler. İşte o an. Tam o an bir makineli yavruları biçiverdi. Hepsi sipere geri düştüler. Kucağıma dökülüverdiler. Onların o gül gibi yüzleri gözümün önünden gitmiyor. Hiç gitmiyor! İşte ben ona ağlıyorum, o çocuklara ağlıyorum!
Ben de,
Biliyorum sen de,
Biliyorum bir ülke ağlıyor…
Bunun için akşam evine okuldan gelip saçını kokladığın,
Ali-Ayşe-Fatma-Hasan-Osman-Mesut-Azat-Temel…
Evladını öp…
Anlat bu hikayeyi,
Bir olmak ne demek, birlik olmak ne demek anlasın.
Hala anlamadıysa…
Aklı spora kaydıysa ,
Birde bunu anlat:
Atatürk’ün futbolla ilgili bir anısını da en yakın arkadaşlarından Kılıç Ali’nin oğlu olan devrinin ünlü futbolcusu Gündüz Kılıç yıllar sonra kaleme aldığı bir yazısında şöyle dile getiriyor:
“...Atatürk şerbetini yudumlarken , ‘Gel şöyle otur da seninle konuşalım biraz’ dedi ve bana karşısındaki koltuğu gösterdi. O sıralarda milli futbol takımımız, Halkevleri Takımı adı altında Rusya’da 5-6 maç yapmıştı. Maçların çoğunda fena sonuçlar alınmıştı. Yaşımın pek genç olmasına rağmen ben de o kadroda vardım. Ülkesinde olup biten her şeyle ilgilenen Atatürk’ün Rusya yenilgileri de gözünden kaçmamıştı. İlk sorusu ‘Neden yenildiniz?’ oldu. Kem küm ederek bir şeyler söylemeye çalıştım. Atatürk pek üstelemeden ikinci sorusunu sordu: ‘Peki bu yenilgiler seni çok üzdü mü?’ Son derece üzüldüğümü anlatmaya çalışırken bir el hareketiyle beni susturup kendi konuştu:
‘Dünyada yenilmeyen kimse, yenilmeyen ordu, yenilmeyen takım, yenilmeyen kumandan yoktur. Yenildikten sonra üzülmek de tabiidir. Ancak bu üzüntü insanın maneviyatını yok edecek, onu çökertecek seviyeye varmamalıdır. Yenilen hemen toparlanmalı, kendini yeneni yenmek için olanca gücüyle, azimle daha çok çalışmalıdır. Futbol da strateji bilgisi ve kurmay kafası ister. O yüzden çalışmaya devam,’ dedi.”
O yüzden genç-yaşlı çalışmaya devam
Türkiye için...
‘’Kızı olacak kızı...‘’
Magazin ile başlayalım mı?
Spanoulis çalışkan bir arkadaş.
Çocuk sevgisi hat safhada.
4 evladı var.
Allah bağışlasın.
Bu arada her evladı sırasında final yolunda yer almış.
Nasıl mı?
Karısı hamileyim dediği yıllara ve çocuklarının doğumuna bakalım?
2009 Finaldeler kupayı alıyorlar ve erkek oluyor…
2012 Finaldeler yine kupa Olympıakos’ta ve yine erkek… (İstanbul’da)
2013 Fark etmiyor. Yine kupa ve yine erkek evlat.
2015 Finaldeler ama kaybediyorlar bu kez Kızı oluyor.
Ve karısı yine hamile
2017 Yer İstanbul ve finaldeler…
Kızı olacak kızı…
Gelelim yarına.
Dixon üçlük makinası olmalı,
Veselly alley-oop lar ile destek vermeli
Udoh duvarı örmeli
Bogdanoviç dünden daha çok devreye girmeli
Her oyuncu Real Mdrid maçında olduğu gibi sayı bulmalı
Kalinic çok çalışmalı
Nun durmamalı.
Tarfatar Finali düşünerek her anı oyuna hamle yaparak yansıtmalı.
Taktik deha Obra sihirini konuşturmalı.
501. maçında zaferi 1992 yılı ardından Partizan ile Abdi İpekçideki zafer sonrası yine yaşamalı.
Fenerbahçe geçen yılın hatalarını yapmıyor.
Yapmayacak.
Kupa bizim olacak.
İnanmayan yok.
Bir takım,
Milyonlarca taraftar
Bir ülke.
Hazırız.
Hızlı başlamak gerek,
Sert savunma olacak,
Yunan oyunu sırtı dönerek içeri kat etme onu kesmeliyiz,
İdeal çift uzun ile başlanacaktır.
Fiziki yapı güçlü beşli faullere dikkat etmeli
Dirençli takım karşısında kazandık havasına girilmemeli
Dış şutlarda rakip iyi savunulmalı
3. çeyrek sonrası kritik.
Dün Real Madrid’e ilk 3 çeyrekte 50 sayı artıran Fenerbahçe ,
Son çeyrekte 25 sayı yedi.
Dikkat.
Ve özet ile kazanmaya inançlıyız.
O zaman hadi be Fenerim.
RAKAMLAR
Şampiyon olan Euroleague de 1 milyon Euro alacak
Final oynayan 500 bin Euro.
Yarı finalde yer alan ve 3. Olan 350 bin Euro
Ve son sırada yer alan 150 bin Euro.
Bu rakamlarda Türk markalarının payı büyük.
Organizasyon mükemmel
Ama daha etkin olmalı.
Daha fazla çalışma gerek.
Neden mi?
Futbolda en büyük kupayı kazanan 15 milyon Euro alıyor,
2. olan 10 milyon Euro,
Yarı final oynayanlar 7 milyon Euro.
Daha çok çalışma gerek.
Basketbol için….
‘’Futbol ve Atatürk‘’
Yunan Ege sahillerinden girmiş
İzmir’den yürümüş,
Sahilli, Kınık, Akhisar, Kırkağaç, Soma…
Ta Uşak, Afyon..
Eskişehir sırtlarına dayanılmış,
Sonra Polatlı.
Top sesleri Ankara sokaklarından duyuluyor.
Çoğu kişi Batı topraklarını gözden çıkarmış.
Bir tek o hariç.
Bir tek o planlarını gelecek için yapıyor.
Ve inanmış bir halkı bu vatan toprağını canıyla koruyacağını her cephede ona Ulu önder’e gösteriyor.
İnönü savaşları tamamlanıyor,
Sonra bir durgunluk.
Ardından Büyük Zafer için Taarruz başlıyor.
Başkumandan Mustafa Kemal Paşa, düşmana son darbeyi indirmeye hazırlanırken, taarruzun yeri ve tarihini son derece gizli tutmaya özellikle dikkat eder.
Cepheyi son kez teftiş etmek ve bu konuda yüksek rütbeli subaylarla son toplantıyı yapmak isteyen Mustafa Kemal Paşa, teftiş esnasında bütün yüksek rütbeli komutanların toplanacağı Akşehir’de ilgiyi başka yöne çekmek gerektiğini düşünür.
Bunun için ne yapılabilir ki’
İşte Simon Cuper yıllar sonra yazacaktır belki ama biz “FUTBOL ASLA FUTBOL DEĞİL” yaklaşımını daha erken öğreneceğiz.
Çünkü Atatürk emir verir …
İlgiyi farklı noktaya çekmek, düşmanın algısını değiştirmek adına bir futbol maçı düzenlenmesini önerir.
28 Temmuz 1922 günü Akşehir’de, subaylar arasında iddialı bir futbol maçı tertiplenir.
Subaylar maçta,
Askerler tribünde,
Bu maç, Anadolu Ajansı ve gazeteler vasıtasıyla yurda ve bütün dünyaya duyurulur.
Düşmanlar ülke savunmasının kısa süreliğine düşünülmeyerek maç atmosferi yaşandığını düşünür.
Özellikle Yunan ordular.
Başkumandan ve diğer yüksek rütbedeki komutanların futbol maçını seyretmeye gidecekleri yolunda gazetelerde yayınlanan haberler, dünya kamuoyunda Türklerin taarruza girişmeyecekleri yolundaki kanaati daha da kuvvetlendirir.
Lakin durum farklıdır.
Maç sahada var gözükür,
Ama askerin, komutanın bir halkın gönlü özgürlük savaşındadır.
Bu inanmışlık, Büyük Taarruz ile İzmir’den denize dökülen Yunan askerlerinin gidişine kadar sürer.
Hatta orada bitmez atalarımız bize muazzam bir ülke sunar.
Ama tarihi kayıtlara Atatürk’ün bu muhteşem futbol manevrası bakın nasıl yansır
Amerika’nın eski Ankara Büyükelçisi General Charles H.Smith de ünlü eseri ‘Gazi Mustafa Kemal’de bunu açıkça belirtir ve şöyle der:
“…Bu yoldaki haberler gazetelerde ön planda yer alıyor ve yayılıyordu. Bu söylentiler, Türk ordusunun daha bir süre herhangi bir harekette bulunamayacağı kanaatini uyandırıyordu. Bilhassa Yunanlılar böyle düşünüyorlardı.”
Basit bir futbol maçı, birileri hala böyle mi düşünür?
Oysa bu bir Milletin diriliş hamlesidir.
Bu zaferin tadı,
Bu zaferin gurur,
Bu zaferin heyecanı,
İnanmışlık ruhu ile gelen yansıması asla silinmez. Yok olmaz.
Bu zaferin kupasının adı ÖZGÜRLÜK olur.
Hepimizin yaşadığı bu kupa sevincinin eşi asla yoktur.
‘’Spor ve Vatan‘’
Ne vatanı kolay buldu bu ülkenin yüce gönüllü insanları,
Ne bu topraklar armağan edildi bize.
Ay coğrafyası diye tanımlanan her karışı savaşarak aldık.
Kanla beslenen çimler selamlıyor sahaya koşan futbolcuları.
Her kalkan halterin ağırlığının yanında, bir vatana duyulan minnetin ağırlığı daha fazla o yüzden vız gelir benim sporcuma.
Her koşu madalyaya, ama asıl koşu düşmanı kovan anneannemden miras bana.
Her oku hedefe atarım usulca, lakin hep ecdat vatan için attı o okları ümmetin adına.
Her trapta çıkan sesin esintisi, Kocatepe’den yankılananın yanında vızıltı gibi.
Sen yüzersin bir kulvarda madalyaya, onlar Canakkele geçilmesin diye topraktan yüzerek aktılar sahilde düşmanın tam üstüne.
Bu toprakların sporcuları, geçmişinizi bilmeden bugünü beslemek zor gelebilir size,
O zaman her müsabakadan önce bir avuç toprak al vatanından,
İçine çek derin derin,
Helaldir,
Temizdir,
Kan ile beslenmiş,
Senin için sana sunulmuştur.
Atandan emanet,
Yarına bırakacağın hazinedir.
Ve sonra çık hünerini ortaya koyacağın sahneye
Haykır zaferi atan ile birlikte.
Yaz onu gibi tarih.
Dalgalandır bayrağını.
Bugün olmasın savaşlar,
Asla olmasın öfke,
Kan,
Gözyaşı.
Ama unutmasın bu toprakların evlatları, sporun birleştirici ruhu ile bezenmiş zaferlerde dalgalanan o güzel bayrağın nasıl gönlere çekildiğini.
İşte o yüzden bir anı daha tarih saflarından.
Dünya Savaşı yılları…
Yedi düvel bir olmuş akıyor bu topraklara,
Her biri çekiştiriyor bir tarafını
Kırgın yürekler hüzünle ve öfke ile izlerken olup biteni,
Aslında fırtınadan önce sessizlik bu,
Bir halk kükreyecek,
Bir vatan kan ile sulanarak geri alınacak.
Spor ikinci planda,
Lakin hep unutulmuş hep bırakılmış değil.
Futbolcular cephe ile yeşil sahalar arasında gidip geliyorlar…
Bir zamanların usta kalecileri mermi tutuyor,
Taktik veren antrenörleri savaşın garabetinde vatan için haykırıyor,
Yedek yok her sporcu burada asil, burada en önemli oyuncu.
Ama unutulmuyor da yaşamın gerçekliği.
Tarihler 1919 yılında.
Mavi gözlü dev Samsun yolunda.
Vatan evlatları yıllarca süren savaşın yorgunluğu ile geliyorlar evlerine,
Sadece kısa bir süreliğine,
Soluk alacak vakitleri,
Bebelere sarılacak zamanları,
Avratlarını kucaklayacak anları olacak mı?
Lakin futbola hep zaman var.
Bu oyun böyle bir tutku.
Kadıköy’de kurulan Fenerbahçe işte o yıllarda rakipleri karşısına daha güçlü çıkma çabasında.
Futbolda nam salan,
Cepheden yeni gelen,
Bir soluklanayım,
Ama futbol topunu bırakmayalım diyen isimler ile buluşuyor.
Ama İstanbul düşmana göz yaşları ile bırakılırken, daha bitmediğini bilen vatanın her ferdinin sesi yükselmeye başlarken;
Ama biraz geriye döneli öyle başlayalım hikayemizin kahramanı ile tanışmaya.
Yıl 1917…
Trak... Trak... Trak... Silah sesleri geliyordu Harb-i Umumi`den...
Mülazım-ı evvel Arif; biraz geç kalmış insanların aceleciliği içinde, atının eğerini son kez gözden geçiriyordu.
Yolu uzundu...
Bir ara, cepheden gelen top seslerine kulak verdi,
Sonra çevresindekilere; "Selâmetle kalın" diyerek; atına mahmuz vurdu.
Mülazım-ı evvel Arif; Çanakkale`de vatanını, İstanbul`da ise Fenerbahçe`yi müdafaa ediyordu.
Sarı-lacivertli kulübün sağbekiydi...
Fenerbahçe olmadan Arif, Arif olmadan Fenerbahçe olmazdı.
Savaş çıkıp cepheye gönderilince; takımından ayrı kalmaya gönlü razı olmamıştı. Cepheye koşan tüm askerler için parola "Önce vatan" dı,
Ya Arif…
Arif için "Sonra, Fenerbahçe" vardı...
Takımını yalnız bırakmak istemiyordu.
Bu yüzden de, kendisi ya da kulüp yöneticileri, kumandanından izin alıyor, cepheden cuma ligine koşuyordu.
O hafta ise, Fenerbahçe-Galatasaray mücadelesi vardı.
Burada, Çanakkale geçilmez...
Orada, yine İstanbul`da Arif hiç geçilmez.
Mülazım-ı evvel Arif, ezeli rekabet cephesindeki görevine yetişmeliydi.
Dağ, dere, tepe demeden, 26 saat at sürecek ve bugün Fenerbahçe Stadı`nın bulunduğu papazın bağına yetişecekti.
Sadece o mu?
Tüm Sarı-Lacivert renklerin aşıkları vatanın al rengine kurbanım diyerek koşmuşlarda cepheye
Fenerbahçe kaptanı Galip de, Kırklareli`nden İstanbul`a doğru at koşturuyordu... Çanakkale`den Fikirtepe Uçaksavar Bataryası`na tayin olan Ethem ise, daha önceden kulübe varmıştı.
Bu geliş gidişler hiç bitmedi.
Vatan sevgisi, takımdaşlık sevgisi ile bütünleşti.
Fenerbahçe kaptanı Galip (Kulaksızoğlu), daha sonra savaş sırasında yaralanıp İstanbuI`a gönderilmiş, bir daha cepheye gitmemişti.
Arif (Emirzâde) ise, cepheden sahaya, sahadan cepheye koşturmaya daha uzun bir süre devam edecekti.
Tutmayın onu, yolu uzun…
Böyle geliş gidişler her hafta düşman saflarının arasından uzanan çetin bir yolculuğun yaşanmasına neden oluyordu.
1919-20 sezonu başlamıştı.
Fenerbahçe sevgisi kazanılan zaferler ile taçlanmalıydı.
Çanakkale’nin destan yazan subayı Arif ile daha güçlü olunacaktı.
İyi hazırlanıyorlardı.
Bunun için, ilk kez sahaya çıkacakları İdmanyurdu maçında, sağ bekleri İstihkam Subayı Mülazımıevvel Arif'in mutlaka oynamasını istiyorlardı.
Arif gerçekten de, Fener defansının vazgeçilmez adamıydı...
Onun nasıl bir futbolcu olduğunu anlamak için, eski Fenerbahçeli futbolculardan Sedat Taylan`ın 1944 yılında yayınladığı, "Fenerbahçe`den Hatıralar" adlı kitabında; "Arif, çok eskiden Fenerbahçe takımında, müteaddit defalar tekdirle seyretmiştim. O zaman, Fenerbahçe savunmasının belkemiği vaziyetindeydi. Zayıf fakat çok çetin, gözü pek bir oyuncuydu. Sert, fakat faul yapmadan oynardı. "Maç sırasında asabî olan Arif, maç bitiminde sakin ve nazik bir genç olurdu..."
Fenerbahçe, 1919 - 20 sezonunun ilk maçı olan İdmanyurdu mücadelesi için, Papazın bağında işte yine Arif`i bekliyordu...
O gelmeliydi, gelecektir, gelir...
Arifte gelmek için atını dört nala sürüyordu.
Düşman cephelerinden geçerken önce bir ses duyuldu.
Sonra bir vızıltı.
Arif yanağında bir acı hissetti,
Elini götürdü ıslaklık kan olup elinin arasından aktı.
“Boş ver dedi”
Aktı atı ile düşman cephesinin arasından,
Derken bir kahpe kurşun yiv çizerek geldi,
Sıcacık kalp,
Futbol aşkı,
Vatan sevgisi,
Arif’in sessizliği kıran kükreyişi ile sarsıldı.
Atı şahlandı.
Arif elini kalbine götürdü.
Gözü karardı.
Renkler al beyazdan, eline bulanan kanın kırmızına döndü,
Sarı-Laciverti yürek susarken,
Dudaklar önce vatan, sonra Fenerbahçe dedi…
Gökyüzünde Kelimeyi Şahedet yankılandı.
Arif vatan toprağına düştü.
Ve papazın çayırına kara haber geldi:
"Arif, tam kalbine yediği bir kurşunla, şehit oldu."
Olmaz... Olamaz... Olmamalı...
Fenerbahçeliler, bir anda mateme boğuldu.
Herkes birbirine sarılıp ağlıyor, Türk futbolunun yetiştirdiği en gerçek kahramanının kaybına kahroluyordu...
Hüzün, dalga, dalga tüm İstanbul`a yayılmıştı.
Ancak, maç oynanmalıydı...
Sahaya 10 isim çıktı.
Eksikler miydi ne?
Ama, Fenerbahçe eksik değildi.
Saha kenarındaki sandalyede asılı duran forma, Arif`i sahaya sürmüş gibiydi.
Sanki, rakibin ataklarını, hâlâ o durduruyordu.
Fenerbahçe, kahramanının huzur içinde toprakta yatması için, o denli coşkulu oynadı ki, rakibi İdmanyurdu`nu tarihinin en farklı skoru ile yendi: 11-1.
O günden bu yana, o rekor hâlâ kırılamadı.
Fenerbahçeli tüm futbolcular, bu galibiyet sonrasında hep birlikte 2 numaralı formanın önünde tazim duruşuna geçerek, "Ruhun şad olsun Arif" dediler.
Ve, günümüz karşılığı ile o dönemin kulüp Genel Sekreteri olan Fenerbahçe 1.Katibi Ömer Nazıma, Arif için bir ağıt yakıyordu:
"Azim sebat, metanet, işte bu...
Futbolu can etmişti şahsında.
Ey arkadaş... Kimdir bu?
Şehit Arif`imiz karşında
Dur ve ağla, elin bağla yanında.
En mukaddes şehittir bu...
Öldürdüler, vazifesi başında,
Ah Fener... Ne acıklı haldir bu..."
Fenerbahçe Kulübü`nün şehit Arif`in ruhuna okuttuğu mevlüt tam anlamıyla olay olmuştu. Mevlüt sırasında kulüp binası dolup taşmıştı...
Herkes ağlıyordu.
Arif (Emirzade), yüzbaşı rütbesi ile şehit olmuştu.
Yüksek mühendislik eğitimi görmüştü ve Fransızca biliyordu.
Aynı onbinlerce Türk evladı gibi.
Bir vatanın evlatları bugün ayyıldızlı bayrak altında özgür olsun diye,
Har gole yakasında bir yıldız varsa sevinsinler diye.
Bir olsunlar,
Birlik olsunlar diye…
‘’Spor ve ülke...‘’
19 MAYIS ATATÜRK’Ü ANMA GENÇLİK VE SPOR BAYRAMI ONURUNA…
Spor bir ülkenin yüzü ise,
Bir ülke o sporun içinde bir yansımadır.
Alınan madalyada, gönlere çekilen bayrakta gurur,
Gelen zaferlerde, sokaklara taşan çığlıktır.
Boyunlara takılan altın madalya sonrası bir ülkenin söylediği ulusal marştır.
Spor bir spordan çok ötedir.
Bu millet için.
Türk olmanın gururunu, ay yıldızı yüreğinde yaşayanlar için.
Hilal ülkemin üzerinden yansırken, yeryüzüne selam verirken,
Tarihin en karanlık noktaları aydınlanır.
Kurtuluşun ismi kazınır taşa, toprağa, yeryüzünün her santimetre karesine,
Ruhların hep bir ağızdan söylediği ulusal marşa karışır, gerçeğin esintisi.
Bandırmanın sesi yankılanır kulaklarda,
Kocatepe’den yükselir bir dev süliyet
Haykırır yüce komutanın sesi semada; “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz”
Ruhlar şahlanır torunlarının yanında,
Ecdat buluşur, günümüzün nesli ile,
Önce haykırır her beden TÜRKİYE diye,
Sonra anlatır kulakları tarih yazan hikayeleri fısıltı ile.
İstedim ki kalmasın fısıltıda,
İstedim ki okunsun atalarımızın kahramanlıkları bu sayfada.
Mendilinizi unutmayın,
Vatanınıza sıkı sıkı sarılın,
Ve bir Fatiha ile ruhları onurlandırın.
“Onlar ölü değillerdir der” bizim yüce ve kutsal kitabımız şehitlerimiz için.
O zaman selam olsun hepsine.
Hikaye sizden, benden, bizden…
O zaman :
(HİKAYE KİMİN BİLMİYORUM AMA ARTIK YÜREKLERİN OLDUĞU KESİN)
Boğaz bir nehir gibi akıyordu Marmara’ya doğru... İstanbul’un üzerine çöken o kurşuni havayı, manevi ağırlığı kaldıracak bir evliya beklentisi vardı sokaklarda... Karayelden esen rüzgâr, yağmur getirecekti şehit mezarlarına...
Bu dünya güzeli şehir, beş yüzyıl sonra, kansız savaşsız İngilizlere teslim edilmişti bir mayıs sabahı... Dolmabahçe önünde son birlik de silahlarını teslim ediyordu. Yüzbaşı Şeref ve birliği, manga manga tüfeklerini, tabancalarını, hatta süngülerini İngiliz subaylarına makbuz karşılığında verdiler. Bu sıkıntılı işin sonu geldiğinde, İngiliz çavuş, Yüzbaşı Şeref’e seslendi:
- Sör! Tabancanız...
Şeref hiddetle döndü, elini kaldırdı, çavuşa vuracak oldu. İngiliz binbaşı araya girdi ve “Tabancanız kalsın, mermileri boşaltınız yüzbaşı” dedi.
Şeref hiddetle tabancasını çekti, ateş edebileceğini düşünen İngiliz askerleri silahlarını ona doğrulttular. Şeref altıpatlarını gökyüzüne çevirdi, tambur pimini çekti, pirinç kovanlı ve uçları çentikli altı mermi iki metre yükseklikten yere boşaldı. Sonra kabzası Laz işi, baba yadigârı tabancasını kılıfına soktu, asker dönüşüyle birliğinin karşısına geçti. Hazırolda bekleyen 120 asker yumrukları sıkılı, dişleri kenetli, Galiçya’dan Hicaz’a, Trablusgarp’tan Fizan’a peşinden gittikleri bu mert adamın ağzının içine bakıyordu. Bir emir verse, evet, o bir emir verse bir avuç züppe İngiliz’i elleriyle boğabilirlerdi.
- Şimdi dağılıyoruz arkadaşlar. Sizi on yıldır sabırla bekleyenlerin yanına gidin. Ama unutmayın, bu iş daha bitmedi, bu millet esaretini yenmek için sizin gibi yiğitlere ihtiyaç duyacaktır. Bana hakkınızı helâl eder misiniz?
Bir an sessizlik oldu. Elleri cebinde ve avucunda yuvarlak metal çerçeveli gözlüğü olduğu halde bekledi... Birliğin çavuşu bir adım öne çıktı:
- Bizim helâlimiz seninle şehit düşmektir komutanım.
Hiç istemediği halde Şeref’in gözlerinden iki damla yaş süzüldü, elinde tuttuğu gözlük tuzla buz olmuştu, avuç içi kanıyordu. Daha sert bir sesle bağırdı:
- Hakkınız helâl midir bana?
Yağmur başlamıştı. Gökyüzündeki martılar birkaç dakika önce yaşadıkları gök gürültüsünden beter bir “Helâl olsun!” sesiyle irkildiler, havalanıp kaçıştılar.
Kandamlaları Dolmabahçe’den Beşiktaş’a doğru birer metrelik aralıklarla takip ediyordu Yüzbaşı Şeref’i... Neden sonra elinin kanadığını fark etti. Dolmabahçe Sarayı’nın duvarı dibinde durdu, omuzundaki apoletleri söküp eline sardı. Kanı emen apoletin ipek örtülü yıldızları kıpkırmızı oluverdi. Şeref birkaç dakika sonra Beşiktaş’a vardı. Balıkçı kahvesinde oturmak istedi ancak “Hırpani halim bir Türk subayına yakışmaz” diye düşünerek sahile indi. Çakılların üzerine oturup, teknesinin altını onaran bir balıkçıyı seyre daldı.
Kan çanağına dönen gözlerini uzaklara dikmişti, bahar yağmurunun anlatılmaz hüznüne... İçinde fırtınalar kopuyordu. Sırtına dokunan bir elle irkildi. Kafasını kaldırdı. Biraz önce teknesini onarırken seyrettiği denizci bir şeyler söylüyordu. Ama Şeref duyamıyordu onu. Sararmış dişlerine bakarak denizcinin, anlamaya çalıştı söylediklerini.
- Asker ağa, asker ağa...
- Efendim.
- Okuman, yazman var mıdır?
- Evet. Hayrola?
- Ağam be, teknenin adını yazsan olur mu?
- Tamam. Nedir teknenin adı?
- Kardelen
- Yavuklunun adı mı?
- Hee... Nerden bildin?
Harp Okulu’nda aldığı ‘hat’ dersi ilk kez işine yarıyordu. Şeref, kardelen şekline benzer bir motifle yazdı tekneye denizcinin sevgilisinin adını...
- Ya ağam, çok güzel oldu. Sana borçlandım şimdi ben.
- Olsun, bir gün ödersin. Nerelisin sen?
- İneboluluyum. İstanbul’daki Rum meyhanelerine tuza basılmış torik getiririz biz. Fener’i dönerken teknenin altını vurdum. Burada onarıyorum. Kısmetse öğlen namazı tekneyi indirip İnebolu’ya yelken basacağım.
Yüzbaşı Şeref, Akaretler Yokuşu’nu tırmandı, Osmanoğlu Konağı’nın kapısını çaldı.
- Hoş gelmişsin Şeref Beyim.
Şeref, Beşiktaş Jimnastik Kulübü’nün Divan Kurulu üyesiydi. Eskrim takımında kılıç hocasıydı ve futbol takımında da kalecilik yapıyordu. Konağın ahşap merdivenlerini hışımla çıkıp, çatıdaki malzeme deposuna girdi. Tabancasını çıkardı. Cepkenindeki enfiye kutusunu eline aldı. Kutuyu kulağına götürüp iki salladı. Sedef kakmalı enfiye kutusu tıkırdamaya başladı. Kutuyu açtı, içinden pamuğa sarılmış gümüş bir kurşun çıktı. Kurşunu çizme derisine süre süre iyice parlattı. Kurşunu tabancasının tamburuna sürdü, tamburu hızla çevirip kapattı. Kırlaşmaya başlayan şakaklarına götürdü. “Affet” dedi.
Tık! Boş...
Tık! Boş...
Tık! Yine boş...
Tam o sırada kapı hiddetle açıldı. Ahmet Fetgeri içeri girip, 4. kez tetiğe basmak üzere olan Şeref’in elindeki silahı kaptı. Şeref kendinden geçmiş, ağlamaya başlamıştı.
- Ne yapıyorsun sen, delirdin mi?
Cevap yerine tavanarasını dolduran hıçkırıklar vardı. Sarıldılar. Ahmet Fetgeri, Şeref’i ayağa kaldırdı, koluna girip aşağıya indirdi. Sade kahve ile birer sigara içtiler. “Her şey bitti” dedi Şeref.
- Daha değil. Dün akşam Mustafa Kemal ve arkadaşları, Anadolu’da mücadeleyi başlatmak için gemiyle Samsun’a doğru yola çıktılar.
Gözleri parladı Şeref’in. Birkaç dakika önce Azrail’le Rus ruleti oynayan o değildi sanki... Bir kuş olup o gemiye yetişmeyi geçirdi aklından...
- Ben de gitmek istiyorum.
- Çok zor. Salmazlar seni İstanbul’dan.
Birden Kardelen geldi Şeref’in aklına. Kardelen vardı ya İnebolu’ya giden. “Neden olmasın?” diye söylendi. “Dur, celallenme hemen” diyen Fetgeri’ye Kardelen’i anlattı.
Artık Şeref’i durdurmanın imkânı yoktu. Yukarı çıktı, üç beş parça eşyasını bez asker torbasına sıkıştırdı. İki dost sarıldılar. “Şu torbayı da al, lazım olur belki” dedi Fetgeri.
“Nedir bu?” diye sordu Şeref. “Denize açılıncaya kadar sakın açma” cevabını aldı.
Kardelen denize inmişti. Tam yelken açmaya hazırlanırken, bir sesle irkildi denizci:
- Tayfa lazım mı?
- Buyur ağam. Hayırdır, nereye?
- Senin gittiğin yere. Hatırlarsan bana borcun vardı, ödeşmiş oluruz.
Kardelen, Anadolu Feneri’ni geçip Karadeniz’e açılırken; Şeref, Boğaz’ın süsü erguvanlara son kez baktı. Bu güzelim renkleri İngilizler’e bırakıyordu. Yaralı elini Karadeniz’in az tuzlu sularında yıkadı. Temiz bir bez parçası aradı sarmak için... Fetgeri’nin verdiği çantanın düğümünü açtı. İçinde beyaz bir beze sarılı yuvarlak bir şey vardı. Açtı bezi ve o anda Kardelen’in içine bir futbol topu yuvarlandı. Gözlerine inanamadı. Bu top, mahalli ligde gol yemeden şampiyon oldukları ve hatıradır diyerek sakladıkları “Erthold” marka, içten lastikli pahalı futbol topuydu. “Ah be Fetgeri!” dedi içinden. Gülümsedi...
Ara sıra esen sert rüzgâr ve serpiştiren yağmura rağmen Şile açıklarını neşeyle geçtiler, hava kararırken Ağva limanında demirlediler. Torik lakerdanın satılmamış kısmıyla, mısır ekmeği akşam yemekleriydi. Erik rakısı da çilingir sofrasını tamamladı.
Şeref, gece denizci gence Beşiktaş’ı, can arkadaşı Ahmet Fetgeri’yi ve futbol topunun hikâyesini anlattı hiç susmadan... Sonra bir köşeye kıvrıldı. Sabah yüzüne doğan yakıcı güneşle uyandı. Kardelen, Pazarbaşı burnunu aşmış, yelkenlerini Karasu’ya doğru dolduruyordu. Teknenin genç reisi, Asiye türküsünü söylüyor, bir yandan da yanı başlarındaki yunuslara mısır ekmeği atıyordu. Arasıra da “Kardelenim... Sevdiğim...” gibi mırıldanmalarla yavuklusunu anıyordu. O gece Akçakoca, ertesi gece Amasra limanında yattılar.
Amasra limanı çıkışı denizci gözlerini ufka dikerek “Hava patlayacak ağam” dedi. Şeref baktı, baktı... Keyifli ve güneşli bir 19 Mayıs sabahından başka bir şey göremiyordu. Önemsemedi.
Öğlene doğru deniz kararmıştı. “Karadan neden bu kadar uzaklaştık?” diye sordu Şeref.
- Ağam kaba dalga vuruyor, burnu çevirdim.
Bir süre sonra öyle bir fırtına başladı ki, Şeref’in içi dışına çıktı. “Yelken ipinden uzak dur ağam, ayağına dolanmasın” dedi reis. Bir büyük dalga geçti üzerlerinden. Sonra bir daha... Dümen tutan avuçları ezilmişti denizcinin. Şeref yelken ipini tutmaya çalışsa da, direk kopup, denize düştü. Denizcinin çığlığı yağmura karıştı.
- Ağam ipi sal!
Şeref duyamadı, boyunun neredeyse beş katı bir dalga, sancak tarafından tekneyi alabora etti. Dalga çukurunun dibindeki tekne, denizin altında kaldı.
Denizci büyük bir çeviklikle kendini yukarı itip sudan çıktı. Yüzbaşı Şeref su çekmiş asker üniformasının ağırlığı ve çizmesine dolanan yelken ipiyle, hızla dibe batıyordu. Yarım dakika kadar süren bu dalış, ayağından çözülen iple durdu. Artık teknenin ağırlığından kurtulmuştu ama üzerindeki büyük mavilikle boğuşacak gücü kalmamıştı. Bulanık denizin derinliklerinde gözleri açık çırpınıp dururken, yanından geçen beyaz bir şey gördü. Bu, yukarı doğru hızla çıkan Erthold marka futbol topuydu. Beşiktaş’ın gol yemez kalecisi Şeref topa doğru uzandı, uzandı...
Kerempe Burnu’nda baygın yatan denizcinin genç bedeni, kumsalda dalgalarla birlikte salınıyordu. Hemen yanında bir futbol topu vardı. Genç denizci yüzünü paramparça eden kayalıkların üzerine çıkıp bağırdı:
- Ağam! Ağam!
Cevap gelmedi. Yüzbaşı Şeref, hayatının golünü Karadeniz’in soğuk sularında yemişti. Yanından geçip su yüzüne doğru yükselen topa yetişememiş ve karanlıklar birkaç saniye sonra onu dibe çekmişti.
1924 yılında bir gün, Fetgeri’nin Akaretler’deki konağına bir kadın geldi. Elinde bir torba vardı. Ahmet Bey, bu beklenmedik misafirin getirdiği torbadan çıkan futbol topuna uzun uzun baktıktan sonra sordu:
- Nedir bu bacım, nerden buldun bu topu?
- İstiklal Savaşı’nda şehit düşen kocamın vasiyetiydi, ona bir şey olursa bu topu mutlaka size vermemi istemişti.
- Senin adın ne bacım?
- Kardelen...”
‘’HAFTA SONU‘’
Müthişti.
Spor ile yattık, spor ile kalktık.
Her kanalda spor verdı.
D Smart,
Bein Sports,
S Sport,
Sports Tv,
Ntv Spor,
A Spor,
Veeeeee
TRT.
Bravo TRT harika bir iş çıkardı ve Pazar günü 9 TFF 1.lig maçını aynı anda verdi.
Mükemmeldi.
O zaman gelin bu hafta neler yaşandı ona bakalım,
Önce Cumartesi ;
Süper Lig heyecanı vardı.
Cuma’dan gelen maçları önemli miydi? Bir nebze.
Lakin cumartesi Başakşehir kazanınca, Süper Ligde zirve değişti.
Başakşehir 1 puan önünde Beşiktaş’ın,
Maç fazlası ile lider.
Lige Adanaspor veda etti.
Beşiktaş Pazartesi oynayacak çok kırılgan bir maç.
Galatasaray kazanamaz dediğim maçı kazandı, Gaziantep’in işi çok zor.
Y Ç.Rize.
Bugün Bursa’nın eline bakıyor her takım.
Zirvede,
Dipte,
Bursa 1 puan alırsa Gaziantep düşecek,
3 puan alırsa Bursa o zaman Ç.Rizespor düşecek.
Beşiktaş puan kaybederse zirve dağılacak.
6. büyük kapıyı açacak.
Beşiktaş kazanırsa planlar haftaya ertelenecek.
Fenerbahçe…
Eto bitmiş diyenlere inat haykırınca Eto not düştük sayfaya,
Fenerbahçe bu yılı bitirmiş.
İngiltere Liginde düşenler belli oldu. Şampiyon Chelsea olarak belirlenirken
Hull-Mıddlesbrought ve Sunderland küme düştü.
İslam oyunlarında Bakü’de madalyalara doyuyoruz.
Her dalda madalya aldık.
Ve Pazar ;
Önce Voleybol Vakıfbank Brezilya ekibi Rex takımını Japonya’da 3-0 yendi.
Dünya kulüpler kupasını 2013 ardından 2. Kez aldı.
2011 yılında da final oynamışlardı.
O zaman başta kaptan Gözde olmak üzere tüm Vakıfbank camiasına kocaman alkış.
Yetmez,
Bu zafer eğer futbolda olsaydı yer yerinden oynardı,
Eeee yine oynasın Salı Atatürk Havalimanında olacaklar
Saat 05:00’de karşılamak gerek.
Haydi kızlarımızı alkışlamaya.
Eczacıbaşı aynı turnuvada 4. Oldu.
Sonra TFF 1. Ligi.
Maçlar soluk kesti.
Ve;
Zirveye yerleşen yeni Malatyaspor ile takipçisi Sivasspor bitime 1 hafta kala süper lige yükseldi.
Play-off için belirlenecek 4 takımın kaderi son hafta maçları ardından şekillenecek.
Bitmedi;
Altay ve Sakaryaspor TFF 2. Ligine yeni katılan ve Play-off maçları ile gelen takımlar oldu.
Formula 1 coşkusu İspanya’da yaşandı.
Hamilton zirvede yer aldı.
Lakin bir VETTEL-BOTTAS ve VETTEL-HAMILTON mücadelesi vardı ki!
Hollanda Liginde Kuyt üç gol attı ve Feyenoord 18 yıl sonra şampiyon oldu.
Portekiz liginde Benfica şampiyonluğa uzandı.
Motosiklet Dünyası soluk kesti. Kenan Sezonun 5. yarışı, İtalya'nın Bologna kariyerinin 40. birinciliğini uzandı, Türk bayrağıyla zafer turu attı. Böylece puanını 50'ye çıkaran Kenan, Mahias'ın 85 puanla lider olduğu sürücüler klasmanında 4. sıraya yükseldi. Dünya Supersport Şampiyonası'nın 6. ayağı, 28 Mayıs'ta Büyük Britanya'da düzenlenecek.
Kadınlar basketbol ligi play-off final serisi dördüncü maçında Fenerbahçe sahasında Yakın Doğu Üniversitesi'ni 79-72 yendi. Seride durum 2-2 oldu. Şampiyon çarşamba günü 5. Maçta belli olacak…Bu arada yönetici küfürleri iğrenç ve çok sefildi.
Ve Çocuk Maratonu… Hepsi Şampiyon oldu. Tamamen ücretsiz Katılım ile gerçekleştirilen 3. İstanbul çocuk maratonu 0-15 yaş grubu arasında 10.000 çocuğun katılımı ile Maltepe sahilinde gerçekleşti.
Özet ile spor ile dolu doluyduk…
‘’TARİH YAZANLAR….‘’
Kalede Berke, yer toplarında çok iyi.
Savunmanın sağında Ramazan, hamle gücü yerinde.
Sol kanatta Berk Çetin, etkili bindirmeleri çok başarılı.
Stoperler Ozan ve Berkehan çok iyiler hava toplarına hakim ilk hamle ve topu oyuna sokmada akıllılar
Orta alan sağında Hasan çok teknik ve hızlı.
Orta sağa solunda Yunus bal yapan küçük arı.
Göbekte oyunu okuyan, hamle gücü olan adam kaçıran Kerem.
Sağ açıkta çok hızlı, içeri deplasede iyi, takımın lideri aynı zamanda kaptanı Recep Gül.
Malik, iyi golcü zorlayıcı ve rakibi hataya iten bir isim, havada güçlü
Atalay, kanatlarda başarılı vuruşları etkili ortaları kritik.
Sonradan girenler Ali-Umut-Egehan.
Ali’ye bayıldım.
Umut iyi kumaş.
Egehan cesur.
Bu takım 17 yaş altı Türk Milli takımı.
Top yapan, Pas yapan, Boşluk bilen, Oyunu okkuyan, hamle gücü olan.
Dönen topu alan, rakip sahada top tutan, oyuna ilk topu iyi sokan bir ekip.
Takımdaşlıkları harika.
İngiltere-İrlanda galibi ile 16 Mayısta yarı finalde oynayacaklar.
Kazanırlarsa 19 Mayısta Finaldeler.
Ata’dan gençlere, gençlerden Ata’ma armağan Final olsun.
Bu gençler Dünya kupasına katılmayı yarı final bileti alarak garantiledi.
Bu gençler Avrupa’nın en büyüğü olma yolunda.
Bu gençler taş gibi takım.
Bu gençler çok iyi.
Peki bu gençlere forma verecek teknik adamlar…
Bu gençlere kapı açacak, forma sunacaklar.
Kaybetmeyin bu jenerasyonu, kaybolmadan açın bu yiğitlerin önünü.
Gelecek sezon oynamalı biri-ikisi-üçü beşi…
23 yaşında genç yetenek olmaz.
Genç yetenek önünüzde hocalarım.
Korkmayın forma verin.
‘’FIFA...‘’
Bahreyn’de toplantı var bugün
Sabah başladı
Manama’daki toplantıda 11 Mayısta oylanmak üzere en önemli öneri verildi
Bu öneri ırkçı eylemlerin önünü kesmek için, 3 aşamalı bir plan.
Öneri şu;
Hakem eğer ırkçı eylem var ise oyunu durduracak
Anons yapılacak
Çözülmez ise maçı tatil edecek
Bu durumda Lazıo maçları hep tatil olur,
Sırbistan’da oynanan maçlar bitmez,
İngiltere ve Fransa’da bazı takımlar çözülür.
İkinci yapılanma ödül töreni hakkında,
Ocak ayında yapılan “FIFA The Best” ödül töreni,
Artık Ekim ayı içinde yapılacak.
FIFA değişim istiyor.
Olur mu?
Olacak.
MUNTARI
İtalya’da her hafta ırkçı olaylar oluyor,
Her hafta tartışmalar,
Irkçı yaklaşımlar,
Yazılınca bunlar azalıyor
1-2 hafta duruyor sonra devam ediyor.
Boykot edilmeli diyor.
Ahlak sporun ana damarı kim kesmeye kalkarsa kirlenecektir.
Muntari’yi desteklemek hepimizin boynunun borcu.
Ve en önemlisi Süper Lig kalitesini artırmanın yolu,
Burada ırkçılık yok,
Burada tribünlerden bu söylev olmaz,
Burası her kimliği kucaklar,
Bunu anlatmak bizim ligimizin kapılarını başka yıldızlara daha da açmak demek.
Hepimiz kardeşiz yaklaşımı ile bir futbol klipi iş yapmaz mı?
Sayın Göksel Gümüşdağ ne dersiniz?
U-17 YAŞ ALTI
Hırvatistan sahalarını fetih ediyorlar
Avrupa şampiyonasında finali zorluyorlar
A grubunu ikinci bitirdiler,
Yarın B grubu lideri Macarlar ile oynayacaklar
Saat 13:00’de,
Çeyrek final buluşması,
Sonra Yarı final,
Sonra Final…
Gençler çok iyiler.
Ama 20 yaş altında, 21 yaş altında gelen başarılar sonra duruyor,
Neden?
Basit;
Sonuç odaklı bakış,
Başarıya odaklı gençlere prim vermeyen sistem,
Yabancı teknik adam erezyonu bu fidanları kırıyor,
Türk teknik adamların bazıları o kadar korkak ki!
Şans vermek yerine bekletme çabası,
Şampiyonluk bir yıldızı sahalara kazandırmaktan daha mı önemli sorusuna verilemeyen cevap
Kulüplerin yabancı çılgınlığı,
On paraya gelen bir yabancı yanında biraz palazlanınca milyon dolar olan Türk yıldızlar,
Alt liglerde bile şans bulamayan gençlerin bıkkınlığı,
Mücadeleden kopma,
Kendini değersizleştirenlere kulak verip çalılıklar arasında yok olma.
Özet ile hepimiz suçluyuz.
Gençlere şans verelim beraberce…