‘’Kartal işini ilk yarıda bitirdi‘’
Türkiye Kupası’ndaki gelişmeler nedeniyle travmatik bir seyre giren Beşiktaş’ta bu maçta işlerin yoluna koyulması müşküldü. Beşiktaş bu konuda başını dik tuttu. Bunda da en önemli pay - tıpkı geçmişte olduğu gibi - takımın ligdeki pozisyonuna bakmaksızın maçı gerçek bir futbol eğlencesine dönüştürmeye çalışan tribün temaşasınındı. Tribünün çağrısına uyan takım da Kayseri kalesini hedefleyerek oynayınca maç daha ilk devrede nihayete erdi. İkinci devre Tosiç’in ‘klasik stoper sakarlığı’ nedeniyle eksik kalan takım diriliğinden bir şey kaybetmediyse de geri kalan zamanı Kayseri baskısını karşılamakla geçirdi. Forvet hattından skor açısından sınırlı katkı alan Beşiktaş’ın defansından gelen gol katkısı önemliydi. Beşiktaş, zor geçebilecek maçı kazanıp fikstürdeki yerini belirlemeyi rakiplerine bıraktı.
Gecenin sorusu
‘Toplum mühendisliği’ne soyunup taraftar tipolojisini değiştirmeye soyunanlar işler yolunda gitmediğinde bunun ekonomik karşılığını hesaplamışlar mıdır? Yanıtım; hiç sanmıyorum!
Maçın starı
Genel olarak ‘yıldız’ çıkacak tempoda geçmeyen maçta zaman zaman görünür olan bir kaç isim Adriano, Babel, Tosiç, Deniz Türüç sayılabilir. Elbette bir ‘anti kahraman’ olarak bu yaşına rağmen hakeme itiraz anlarının vazgeçilmezi Umut’u da ihmal etmeyelim!
Maçın olayı
İşler yolunda gitmezken tribünün yükünü çekmek, takımı öne itmek ve onu farkıyla görünür kılma görevi her zaman tribünün ‘asli karakterleri’ne kalır. Bu maçta da öyleydi. Lakin şu ona buna ‘küfür etme belası’ yok mu? Bir de şu sorunu halletsek...
Kısa mesaj
Yönetimin problemli ‘sahaya çıkmama’ kararı sonucu, seneye UEFA’da da yoluna devam edemez ise Beşiktaş’ın maddi kaybını hesaplayabilecek bir ‘hesap uzmanı’ var mıdır?
‘’İkincilik bile tehlikede‘’
Avrupa’nın kalite değil ama çekişme açısından ‘En havalı ligi’nde şampiyonluk yarışındaki iki takımın maçının ‘dingin ama gergin’ geçmesi anlaşılır bir durum. ‘Dingin’ geçen ilk devrenin en önemli notu, Muslera’dan gelen topa Gomis’in ‘tık’ kafa vuruşu ile başlayıp golle biten akınını Beşiktaş defansının çaresizce izlemesiydi. Önemli bir not da, sakatlanan Negredo yerine santrfor yerine tartışmalı karakter Lens’in sahaya gönderilmesiydi. Doğra savunma, doğru hücum İkinci devrenin ilk aksiyonu Babel’in karşı karşıya pozisyonda atamaması oldu. Ardından Şenol Güneş defansın aksayanı Pepe’yi alıp sahaya Vida’yı gönderdi ama bu hamleyle Tosiç’i attıran penaltı süreci ile maçın da bitimi oldu. Kalesini doğru savunan Galatasaray, doğru örgütlediği hücumlarla zaten yüksek olan şampiyonluk şansını iyiden iyiye yükseltirken, demoralize Beşiktaş ikincilik şansının de epey uzağına düştü.
Gecenin sorusu
51. dakikada korner atarken Quaresma’ya aralarında çakmakların olduğu bazı ‘istenmeyen maddeler’ fırlatıldı. Galatasaray önde iken oluşan bu durumu ‘kumpas’ olarak niteleyebilir miyiz?
Maçın starı
Doğru oynayan Galatasaray takımının gerek savunmasını güçlendirip, gerekse hücuma yüksek etki koyan ikilisi Fernando ve Donk. Elbette takımın en uzun süreli en iyisi Muslera’yı unutmadan...
Maçın olayı
Yabancı kuralının mucidi, eski Türkiye Futbol Direktörü’nün de kenarda olduğu maçta sahada 21 ‘yabancı futbolcu’ vardı. Tolgay’ı buralı saymıyorum çünkü milli takım yeterliği yok. Bundan daha büyük ‘olay’ varsa duymak isterim!
Kısa mesaj
Şampiyonluğun düğümü çözüldü gibi... Lakin bundan sonra Şampiyonlar Ligi’ne gidemeyecekler için alarm zilleri çalıyor!
‘’Zor oldu ama oldu‘’
Şampiyonluk yarışındaki Beşiktaş özellikle hücumda ciddi başlayıp devam etse bile planlı ve doğru oynama konusunda sıkıntı yaşıyor. Bu nedenle bu kadar berabere kalıp (8) bu kadar mağlup oldu (4). Dün akşam ilk devre boyunca oyunu Quaresma/Caner üzerinden enine genişletmekte sorun yaşamadılar lakin devamı gelmedi. Yüksek topta güçlü bir takım topu bu kadar yüksek oynayıp uzun süre sonuç alamıyorsa ne demeli? İlk gol de yüksek toptan değil ‘seken top’tan nefis bir bitirici vuruşla geldi. Devamında topu elde tutsalar da rakibi gözlemekte sorun yaşadılar. Bu nedenle lig sıralamasındaki yeri rahat olan Malatya üst üste yakaladığı iki pozisyondan kolayında atamadığı golü daha zor olanında buldu. Baskıya bağlı Beraberlik sonrası Malatya’nın bir ‘Türk klasiği’ olan ‘kontra’ya dönmesi nedeniyle oyun (11 artı en az yedi) maç boyu tek yarı alanda oynanmaya başladı. Bu nedenle Beşiktaş için iş organizasyona değil baskıya bağlı ‘kaza’ya kaldı. Oyun iyice ‘dert dakikaları’na girerken maç boyu ortalıkta görünmeyen Babel’in yerine Adriano ortasında Talisca problem çözdü. Ardından Quaresma da risk ihtimalini ortadan kaldırdı.
Gecenin sorusu
Babel’in gönülsüzlüğü gözle görülürken bu kadar sahada kalması nedendi? Ayrıca bu ülkede deplasman takımları sürekli beraberlik oyunu mu oynayacak? Malatya 1-0’dan 1-1 getiren oyununu neden sürdürmek/yükseltmek istemez?
Maçın starı
Rakibin oyunu bu kadar sıkıştırmasına izin verilen maça ‘yıldız’ yazmak zor. Kritik kurtarışlar yapan Fabri ve maçı çözen kenar oyuncuları Quaresma ile Adriano’ya haksızlık etmek olmaz: Onlar...
Maçın olayı
Akıl edenlerin aklına sağlık! 10 yaşındaki Elif Naz’ın gol anonsu yapması. Bu vesileyle Hisarlı Ahmet’i de analım; “Elif dedim be dedim, kız sen ne güzel iş ettin!” Kim ne derse desin, bu oyunu çocuk saflığı ve kadın duygusu kurtaracak.
Kısa mesaj
Öne geçtiğin oyunu gösterini yükselterek eline alamazsan devamı ‘can havli’ oyunla geçer. Bu da seni ‘kazanma garanti’li oyundan uzaklaştırır.
‘’'Akıp giden günlerimiz'‘’
Bu memleketin farklı yaşlardaki iki gayretlisi geçenlerde bizi terk edip, sonu belli hikayemizin kendileri ait bölümünü tamamladı. Biri yaşıtım... Gazeteciliğe Sabah Gazetesi’nde aynı dönemde başladığımız 53 yaşındaki Aydın Şentürk... Arı misali, yaşadığı sürece çalışmayı yüksünmeksizin görev belleyen biri. Tanımış olmaktan, birlikte çalışmaktan insanı ziyadesiyle mutlu eden, kimi zaman gün ışıyana kadar yazı işlerine getireceği haberi beklediğim, kimi zaman gece yarıları işe, Mecidiyeköy’ün arka sokaklarında işkembe çorbası molaları verdiğimiz Aydın. Ak düşmüş saçlarıyla efendiliğin, kalenderliğin, şimdilerde bizi git gide terk eden en önemli meziyet ‘saygılı olma’nın insan bedeninde vücut bulmuş hali... Zarafetini o güzel gülüşüne oturtmayı beceren, gazetecilik işinin kelimenin gerçek anlamdaki emekçisi.
Şarkı sözü yazmak...
Diğeri, aynı topraklarda doğduğumuz 80 yaşındaki ‘Samsunlu’ Cemal Safi... Duygularla, onların sözcüğe dökülmesiyle ilgili biri. ‘Şair’ deniyor böylesine. Edebiyat konusunda bir durumu tanımlayabilecek kadar donanımlı değilim ama Cemal Safi için ‘saf şarkı sözü yazarı’ derim ve bu tanımın her koşulda herhangi bir yanı boş kalmaz. Şarkı sözü yazmak müşkül iştir. Hele ki besteci değilseniz. O ulaşamadığınız, esasen başkasının, bestakarın içinde gezinen melodiyi söcüklerinizde hissetmek, bulmak ve kurmak... Cemal Safi de bu ‘derin mesele’nin Ali Mamaraşlı, Ali Tekintüre, Hamza Dekeli, Abdürrahim Karakoç ve adları sayılamayacak kadar çok olan diğerleri gibi altından suhuletle kalkanlardandı.
Çoğunlukla güvenmem
Aralarında yine aynı topraklarda doğduğumuz Orhan Gencebay’ın da bulunduğu onlarca bestecinin şarkı sözlerinden kitlesel eserler ürettiği Safi de artık yazamayacak, lakin bıraktıkları hepimize yeter de artar!.. Söz rahmetli Cemal Safi hocadan açılınca bir büyük sevdalıyı, aşığı anmadan da olmuyor... O da bir ‘söz yazarı’, Nadide Gülpınar. Hani şu “Okyanus mu iki şehrin arası? Kaç saatlik yol ki şunun şurası?” diyen, aşkına karşılık bulamamış aşık! İnternette yazılanlara çoğunlukla güvenmem. Genellikle sorgusuz, sualsiz kes/kopyala/yapıştır yöntemiyle çoğaltılır. Ancak Suat Yener’in kaleme aldığı “Şarkıların Gözyaşları” kitabı Gülpınar’ın, Cemal Safi’ye duyduğu ve karşılıksız kalan sevdasının hikayesine inancımı sağlamladı. Yaşananları özetlemeyeyim, merak ediyorsanız bulun okuyun.
Tekrar tekrar dinledim
Bu yazıyı yazarken hem arkadaşım Aydın hem Cemal Safi hem de Nadide Hanım için sözlerini Nadide Gülpınar’ın yazıp Talat Er’in bestlediği şarkıyı, Er’in eski eşi Ayfer Er’in o billur sesinden tekrar tekrar dinledim... Yazı tamamlandı ve bir başkasına geçtim. Yağmur Atsız sözlerinden Livaneli’nin içine düşen besteye; “Bir kitaba başlar gibi / Koşarken yavaşlar gibi / Ölen arkadaşlar gibi / Sessiz sitemsiz..
‘’Çığırından çıktı‘’
Ülkenin en kıymetli ‘ikinci grup maçı’nın ilk devresi pozisyonsuz geçse de harareti yine yüksekti! Nedeni elbette futbol kalitesi değildi. ‘Kalite’ tahmin ettiğimgibi sadece vasatı zorlayabildi. Memleketin en üst seviye kariyeri sayılabilecek Pepe, dokunmasa hiçbir şey olmayacak pozisyonda kendini attırınca oyun süratle ‘memleket futbolu’ seviyesine de terfi etti. Böylesi fırsat doğar da sol bek Caner bundan yararlanmaz mı? Geldi sağ bek bölgesinde sarı kart aldı!.. Eksik Beşiktaş’a karşı oyun Fenerbahçe’nin eline geçer gibi olunca da Fenerbahçe tribünündeki bazı karakterler ‘rol çalma’yı ihmal etmedi. Kornerleri Quaresma’ya dar ederek ‘taraftarlık görevi’nin hakkını yeri getirmek için çırpındılar!..İkinci devreye Beşiktaş daha iyi başlar gibi olduysa da çığırından çıkma eğilimindeki tribünler çığırından çıktı... Bu tip durumlar karşısında ülkemizde genellikle ‘tahrik’le açıklama eğilimi hakimgörüştür. Bu görüşten kurtulmayı başarmadıkça işleri hep birlikte yoluna koymamız mümkün olamayacaktır.
Gecenin sorusu
Yaşananlara soru üretmek zor ama belki tek soru durumu anlamamız için yeter; ‘Neden?’ Soru bu da, dörtbaşı mamur bir yanıtı olan var mı?
Maçın starı
Hiç kimse!
Maçın olayı
Pepe kendini attırdıktan sonra yaşanan her an!..
Kısa mesaj
Neden oynuyor neden izliyoruz bu oyunu? Sevdiğimiz için değil mi? Peki bundan emin miyiz?
‘’Zorunda olan kazandı‘’
Futbolda kazanmanın yollarından biri ‘rakibi oyuna getirmek’se (kontratak) diğeri de ‘oyun kurmak’tır. Ülkede çoğu takım ilk yolu benimsemiştir. Dün akşam çoğunlukla ‘ikinci yolun yolcusu’ iki takım karşı karşıyaydı ve tam da bu nedenle ilk devre bir tür ‘top kapma’ yarışına döndü. Çünkü topu almadan oyun kurulamazdı ve top rakipte ne kadar az kalırsa işler o kadar yolunda gidecekti. Pozisyonu az ama mücadele ve temposu yüksek bir maç izlememizin nedeni de buydu. Devrenin ortalarından sonra Başakşehir biraz daha önde göründüyse bunda ezberlediği ‘pas oyunu’nun etkisi büyüktü. Belli ki ilk devre iki hocayı da etkilemişti. İki takım da ‘kontrol oyunu’na dönmüştü ki, baştan beri sahanın en görüneni Mariano, kendi ürettiği pozisyonda topun çağrısına uydu ve kimsenin yapmaya gönüllü olmadığı golü muazzam bir vuruşla hepimize izletti. Sonuçta kazanmak zorunda olan kazandı, kaybetmemeye gelen ise kaybetti.
Gecenin sorusu
Emre Belözoğlu ile Arda Turan, aynı anda toplumun her kesiminin sinir uçlarına dokunacak kadar dayanılmaz saha içi gösteriler yapma gücünü nereden ve kimden alıyorlar acaba? Bence böyle birisi/birileri yok ama sanırım oyunu yönetenler var sanıyor!..
Maçın starı
Sadece attığı gol vesilesiyle değil takımını maç boyu daha işler hale getiren Mariano, Denayer ile Serdar Aziz de ligin en tehlikeli takımlarından birini durdurma konusunda takımlarını iyilerindendi.
Maçın olayı
Fatih Terim saha içine direktif verirken tercüman Mert Çetin - ki kendisi fevkalade bir futbol karakteridirpür dikkat izliyordu. Böyle bir şeyi Avrupa’daki herhangi bir maçta görmedim! Acaba AB yolu söylendiğinden daha mı uzun?
Kısa mesaj
Evinde işleri rahatlıkla yoluna koyan Galatasaray bir engeli daha aştı. Sorunları malum; deplasman! Onu da bir biçimde çözmeleri gerekiyor. Ama nasıl?
‘’Ben gidersem sazım sen kal dünyada!‘’
Kaç dil bilirsen bil, hangi okullardan mezun olursan ol, çalıştığın/yaşadığın ülkenin, evli olduğun insanın önemi olmaz. Döner dolaşırsın da şu hayatta, sonunda neşeden ya da kederden, şu yöreden ya da bu diyardan doğru çalınmış, içten okunmuş bir türkü gün gelir dayanır kapına!..
Bakarsın çalan da okuyan da Erdal Erzincan’dır. Dokunur içinde bir yerlere. Cengiz Özkan ya da Nida Ateş’tir bir yerlerde kulak kesildiğin. Usul usul okuyuşuylarıyla çizerler içini boydan boya. Rahmetli Bircan Pullukçuoğlu veya Emel Taşçıoğlu’dur dinlediğin. Hangi türküye ellerini atsalar hakkını verdiklerini şıp diye anlarsın. Diyelim Neşet Ertaş duydun bir yerde ve sen bu toprakların insanısın. Şu gezegende nereye gidersen git, emin ol içinde taşırsın onu. Bugünlerde, “Türküleri tamam da kayıtları biraz eski geliyor” diyorsan bil ki İsmail Altunsaray, Erkut Özkan ve daha niceleri yakınında bir yerdedir. Bul ve dinle onları. Henüz ustaları kadar değillerse de aşağı kalır yanları da yok o gençlerin.
Gözler görmese de
Hayat insanı zaman zaman ‘efelenme’ye zorlar ya! İşte imdadına Talip Özkan tarzı bağlama tekniği yetişir o zaman. Hele zeybekleri bir de Ruhi Su’dan dinle, gör bak dünya kaç bucakmış!Hisarlı Ahmet’i atlama, çok önemli biridir. Erzincan Tercan’nın Davut Sulari’si dili ile tarzı ile eşsizdir... Bilmeyenimiz yoktur diye, Veysel Baba’yı bahse konu etmiyorum bile. Gözleri görmeyen biri olarak “Çırpınıp içinde döndüğüm deniz” diyen biri şu hayatın dervişi değilse, nesidir?
Saymakla bitmez ki...
Say say, dinle dinle bitmez bu toprağın notalarına dokunan insanlar. İyi çalınmış, yerinden okunmuş dünyanın herhangi bir yerindeki melodiler gibi türkü de insanı yakasından tutup şöyle bir silkeler. Herkesin bir rüzgarı vardır ya kendi toprağından esen, nereye gitse dudağını çatlatan... İşte türküler o rüzgarın içindedir, kendisidir...
Kiminin mezar başında aklına üşüşür... Cesaretlenip okuyamaz da bekler, “Tabuta omuz verenler uzaklaşsın da helalleşeyim bir daha göremeyeceğimle sevdiğimle” diye...
Kiminin cesareti uzun süre ortaya çıkmaz düğünde. Örneğin Ankara, Keskin, Kaman havalarında veya ‘Giresun karşılaması’nda. Atamaz kendini şıp diye oynayaların arasına. Neyse ki, halayı da var bu toprakların... Acemi adımları, ritim yoksunluğunu kolektiflik içinde kapatacak omuzları var düğün yerlerinin. Koluna girecek, onu da türkünün yükselttiği eğlenceye çekecek insanları var...
İnsan etkinliği
‘Yüksek sanat’tan söz etmiyorum. İnsan etkinliğindendir bahsim. Onun birilerince hem de hiç konduramadığımız birilerince, sanat boyutuna çıkartılmış halinden söz ediyorum... Hepimizin içinde olan ancak kentleşmeyle birlikte sanki zaman zaman dışımızdaki başka birilerine aitmiş gibi hissettiğimiz türkülerden bahsediyorum. Bir filmde ya da dizide boğazımızı düğümleyen namelerden... “Taşa verdim yanımı”ndan girip “Ezim ezim eziliyor yüreğim” çıkan insanlardan... “Gülüşün gülden güzel” diyenlerden, gencecik Çimen Yalçın’ın o muazzam sesinden “Gene sürme çekibsen, evler yıkan gözüne” diyerek “gitme” diyen duyguların sahiplerinden... İnsanın içini yakan, insanın içini açan türkülerden...
‘’Elini kolunu sallayarak 3 puan‘’
Futbol dünyada her ne kadar ‘güzel oyun’ olarak anılsa da iş memlekete geldiğinde ağırlıklı kabul ne yazık ki, “Aslolan güzel oyun değil kazanmaktır” oluyor. Böyle bir iklimde Şenol Güneş’in ‘güzel oyun’ ısrarı önemli. Dün akşam sahaya 10 yabancıyla çıkan Beşiktaş, belki de bu sezonun en iyi, en doğru ilk devre oyununu oynadı. Skoru bulduktan sonra da yaş ortalaması 31.9 olan takım haklı olarak oyunu rölantiye aldı. İkinci devre başladığında skorun getirdiği rahatlıkla bir kez daha tempoya yüklendi Beşiktaş. Defansı öne alıp orta sahada sayısal üstünlüğü ele alınca buldukları golden fazlasını kaçıran bir periyot daha oynadılar. Bu süreci tıpkı bizim gibi Okan Buruk’un Akhisar’ı da sadece izlemekle yetindi. Öyle ki, Beşiktaş, ikinci yarıda çoğunlukla ‘elini kolunu sallayarak’ rakip kaleye ulaştı. Daha fazla gol yapamadılarsa bu Akhisar’ın şansıydı!...
Gecenin sorusu
Beşiktaş’ın bu oyunla 8 beraberlik, 4 mağlubiyet almış olması tuhaf değil mi? Beri yandan takımının kayıplarını ‘hakeme bağlama’ konusunda uzmanlaşan Okan Buruk, bu oyun için ne söyleyecek acaba?
Maçın starı
Galatasaray’ın yapamadığı gibi... Babel, gerek kaleyi bulma gerek şut ile...
Maçın olayı
Verdiği pozisyonlardan daha fazlasını bulup, gol de yapan Beşiktaş, şampiyon olduğu sezonlarda olduğu gibi yine vites yükseltti. Şampiyon olsalar da olmasalar da son 5 hafta onlar için eğlenceli geçecek gibi görünüyor.
Kısa mesaj
Atletizmin düşük olduğu ligimizde Beşiktaş kadrosunda olduğu gibi ‘bilerek oynamak’ denklemi çözmeye yetiyor. Bu da ‘yaş ortalaması’nı sorun olmaktan çıkarıyor...









































