‘’Düşünme zamanıdır‘’
Türkiye ve Ermenistan elemelerdeki şanslarını yitirdikleri için maç daha çok Doğu Avrupa ve Orta Doğu’da kurulmaya başlanan yeni dengelerin jeopolitik-sportif bir dostluk gösterisine dönüşmüştü...
Cumhurbaşkanları sürekli gülümseyerek muhabbet halindeydiler. Ancak tribünlerin böylesi yoğun muhabbetlere çok açık olmadığı da görülmüş olmalıdır ki, arkalarındaki çevirmen aracılığıyla konuşmaları yüzünden boyunlarında spazm riski oluştu! Ermeni takımı yarı sahalarına çekilip gayret göstermelerine rağmen hiç sorun yaratamadılar. Orta saha bloğunun arkasına doğru dikine oynadığımız her atakta ceza sahasına ferah ferah girdik. Topun yakınında birkaç Ermeni varken bile rahat top kullandık.
Ceyhun atılana kadar en rahat maçlarımızdan birini keyifle oynarken, takımımız 10 kişi kalınca Ermenistan yavaş yavaş kalemizi hatırlamaya, oynama isteği göstermeye başladı. Duran toplarla etkili olup birkaç tehlikeli şut buldular, bir kez de gole yaklaştılar. 2. yarıda Tuncay da kenara alınınca atak düzenimiz bozuldu ama bu Ermenistan’a puan kaptırmamız imkansızdı.
Terim’e şimdilik veda ettik ancak Türkiye’de teknik direktör değil, teknik direktörlük sorunu vardır. Yoksa 75 milyon içinden dünya kalitesinde birkaç santrfor üretemeyip böyle bir milli maçı santrforsuz oynamamızın başka açıklaması yoktur.
Bosna Hersek’in millileri 2 milyonun evlerinden sürüldüğü, 3 yılda 200 bin kişinin öldürüldüğü savaşın içinden çocuk korkuları içinde çıkıp bizi sahada arkalarında bırakırlarken, Şenol Güneş’in 2002’deki dünya üçüncülüğünden sonra söyledikleri hala geçerliliğini koruyor: “Kendimizi kandırmayalım. Çok eksiklerimiz var!”
‘’Ders alınmalı‘’
Galatasaray’ın gol iştahının ne kadar evrensel kaliteler taşıdığı, esasen doğru dürüst savunma yapabilen Avrupalı rakipler önünde belli olacaktı. Sturm Graz’ın da yarı sahasında iyi yerleşip öncelikle Galatasaray’ın temposunu düşürmeyi amaçlamasında şaşırtıcı bir yön yoktu.
Ancak...
Şaşırtıcı olan Galatasaray’ın hücumu kendi kendine baltalayan taktiğiydi. Hücumun anahtar paslarını inatla çizgilere kadar açılan Arda ve Keita’ya uzun paslar atarak kullandılar. İlk yarıda 20’den fazla atak sırasını bu anlamsız pasları isabetsiz kullanarak kaybettikleri gibi, “başarılı” olan birkaç denemede de savunma dengesinde hiçbir bozukluk yaşamayan Avusturyalılar Keita ve Arda’yı ikişer adamla marke edip, rahatsız olmadan top kazandılar. İki becerikli adam çizgilerde kilitlenip, hiç servis alamayan Baros da ileride tek kalınca, hücuma can verecek olan işleri orta sahadan çıkacak Elano-Mehmet Topal-Ayhan üçlüsünden en az birinin yapmasının gerektiği; yani çözümün topun göbeğe ve yüzü dönük bir adamı bularak sokulmasında olduğu belliydi. Ortadaki üçlü bunu yapamadığı gibi, 30’dan sonra rakibin dikine ataklarını hemen karşılayamaz hale gelip 30’dan sonra kaleye 5 vuruş yaptırarak, 45’te de acıklı bir gol yenmesine sebep oldular.
Galatasaray ikinci yarıya üçüncü bölgeye daha çok adam koşturup yere indirerek başladı. Avusturyalılar da bloklar arasındaki mesafeleri açıp Elano da arka arkaya defans arkasına toplar atmaya başlayınca beraberlik de geldi. Sarı-Kırmızılılar inanılmaz sayıda basit top kayıplarına rağmen maçı kazanacak pozisyonları da buldu. Baros’un 1.5 metreden direğe çarptırdığı vuruş talihsizlik ise de Sabri’ninki Baros ve Kewell bomboş beklerken aşırı bencil bir tercihti.
6 hakem uygulaması Arda’nın belinden çekilip indirildiği pozisyon kaçırılmasın diye başlatılmamış mıydı? Cimbom’un son 20’ye çok yorgun girdiğine de dikkat çekilmeli...
‘’Ya puandan ötesi?‘’
Kulüpleri büyüten şey, taraftarın oynanan maçı hafta boyunca düşünebilmesini, pozisyon pozisyon zevkle hatırlamasını sağlayacak zenginlikte futbol oynamak ve sonraki maçı coşkulu bir şekilde hayaller kurarak beklemesini sağlamaktır... Futbolu 90 dakikalık bir şey olmaktan çıkartan yegane şey budur!...
Dün geceki Fenerbahçe, milyonlarca taraftarını bu hafta böylesi ilham ve keyif verici hayallerden mahrum bıraktı...
Alex gene iki tane attırdı ve Daum’un puancılık gözbağını sağlamlaştırdı...
Kanaryaların kendi tercihleri ile oluşturdukları oyun yapısı, işlerini maç boyu çok zora soktu. Fenerbahçe hücumda sahaya yayılıp, geniş alan yaratmayı hedeflerken futbolcular birbirlerinden o kadar uzaklaştılar ki, önce sürekli 15-20 metrelik paslarla oynamanın teknik zorluğu ile ritm kaybettiler. Paslar yerini bulsa bile topu alan oyuncu yakınında hiç kimseyi bulamadığı için, ikili- üçlü oyunlar nadiren gerçekleştirildi... Dripling gibi temel futbol becerilerinden birine yalnızca Kazım izinli olduğu için, en girişken futbolcu o oldu... Bu maçı da kazanan Fenerbahçe’de futbolcuların kötü görünümlü performanslarının yegane nedeni, Daum’un oyun yapısı idi...
7’de 7’ye rağmen unutulmamalı ki Fenerbahçe sahip olduğu finansal ve kurumsal büyüklük ile en kısa zamanda en azından bir Şampiyonlar Ligi yarı finali oynamayı hedefliyor. Fenerbahçe’nin gelişimine bu yönden bakınca Daum’un işi Süper Lig puanları ile açıklayabileceği kadar basit değil. Fenerbahçe kendisini Avrupa’nın en büyükleri arasına sokacak bir teknik direktör istiyor. Bu teknik direktörün, Daum olup olmadığına çok yakın zamanda karar verilmelidir!
‘’Önünde sonunda‘’
Galatasaray bir tempo ve boş koşu takımı. Bu sayede topu ayağına alan her futbolcunun çok sayıda pas alternatifi bulunuyor... İlk seçenek defans arkasına uzun pas ise de hem dikine hem de yana orta mesafeli pas bulmak da her zaman mümkün oluyor. Oyun boyutlandıkça boyutlanıyor, akıcılık kazanıyor, hızlanıyor.
Buna karşılık, Kasımpaşa da Galatasaray’ın karşısına benzer şekilde “direkt atak” anlayışı ile önce defans arkasına ve Topal-Sarp ikilisinin bölgesine saldırarak başladı. Girişkenliklerini canları yettiği ölçüde koruyup gol bulmayı amaçlıyorlardı. Orta sahayı birçok kez gereksiz driplinglerle geçmeye çalışarak top kaybettikleri halde gole de yaklaştılar, Leo Franco kalecilik kalibresini gösterip hem kalesini hem de skorbordu korumayı başardı.
Galatasaray’da işler genel olarak iyi gittiği halde, Elano söylendiği gibi geri koşmadığı için değil, birincil görevini yerine getirmediği için sırıtmaya başladı. Brezilyalı bu takıma gol noktalarında ortaya çıkması için değil, bütün hücum organizasyonunda etkili olması için alınmamış mıydı? Ne rakibi oyundan düşüren bir girişimini, ne etkili bir yaratıcı pasını ne de liderlik gösterip oyuna ağırlığını koyduğunu görebiliyoruz. Elano milliyeti ile değil, oyundaki duruşu ile de hala yabancı. Uyumlaşma sürecini bir an önce tamamlaması için yardımcı olunmalı, yoksa bu durum sıkıcı bir hale dönüşebilir.
Keita ikinci yarıda oyuna girer girmez Elano’nun yapmadığı her şeyi yaparak hücumlara işlerlik kazandırdı, nefis bir de asist yaparak beraberliğin mimarı oldu. Ne var ki 65’ten itibaren Sancak’ın tatlı-sert nefis savunmasından etkilenmeye başladı. Kasımpaşa solbekinin direnci karşısında kırıldı ve az kalsın kırmızıyı görecek kadar sinirlenerek oyundan düştü.
Oyunun son bölümünde Galatasaray’da koşular iyice azalınca driplinglerine ikili baskı yapılan Arda başını kaldırıp, Nonda’nın koşusuna topu atınca galibiyet geldi.
Dipteki takımlara kaleden elle top çıkarma ayrıcalığı mı getirildi acaba? Önce Denizlispor, şimdi de Kasımpaşa.
‘’Az gol az puan‘’
Denizlispor hücumu; Angelov, Roberts, Murat ve Bangoura ile dörtleyerek dikine ve tek toplarla oynamaya çalışıp golü istediğini gösterdi. Özellikle Murat hem sol kanattaki katkılarıyla hem de kale önündeki etkili futboluyla Denizlispor’a önemli bir dinamizm katıyordu. Horozlar son paslarda bir türlü başarılı olamazken, kullandıkları yan toplarda Sivaslılar’ı çok rahatsız ettiler.
Bu dönemde Sivaslılar tamamen geri çekilerek Kadir’in yüksek tempolu çırpınışı, defans hattının dirençli oyunuyla maça tutunurken çok da sert fauller yaptılar. Hakem Abdullah Köse’nin bu sertlik karşısında hümanist tutumunu yersiz buldum. Yaptığı faulle rakibini havalarda uçuran futbolcuları çağırıp da, genç takım oyuncusu gibi ikaz etmek bu seviyeli bir futbolun realitesi olamaz. Faul kart gerektirir, kart gerektirmiyorsa oyun kesilip muhabbete boğulmaz. Birbiriyle didişen futbolcuları ikaz doğru, kartlık futbolcuya kart verilmemesi yanlış.
Sivas ancak 25’ten sonra hücum bölgesine geçmeye başladı. Cihan ve Musa canlandı, Sivaslılar’ın benizlerine biraz kan geldi. Defansın arkasına kaçırdıkları adamlarla gole de birkaç kez yaklaştılar. Ancak Ersen gibi bir futbolcuya ceza sahasında yalnızca bir tek orta yapmaları zaafiyet gibi gözüktü.
Sivas ikinci yarıya güvenli ve hücumu düşünerek başladı. Ataklara kalabalık çıkıp, orta sahada toplar kaparak alternatif hücumlar üretince sahaya hakim oldular. Önce bir topları kaleden elle çıkarıldı, hemen ardından da golü buldular. Eğer başlangıçtaki tempolarını kaybetmeselerdi, o arada bir gol daha atıp maçı bitirebilirlerdi. Eksik kalıp insiyatifi Horoz’a bırakınca golü de yediler. Futbol zevkli, aldıkları birer puan onlar adına yetersizdi.
‘’Olmadı‘’
Bosna Hersek maçından önce kadrolar, taktikler, eksikler, fazlalar, olasılıklar, her şey tartışıldı... Ancak böyle maçlarda öncelikle tartışılması gereken şey ele alınmadı; unutuldu ya da arka plana atıldı: Spor psikolojisi!
Aslında ne kadar da güzel başlamıştık. Maçta belirleyici olanın orta saha ve geriden gelen adamlar olduğunu kanıtlarcasına Arda, Gökhan, Tuncay, Hamit dikine yüksek tempolu koşular yaparak hücuma katılıyor, top sürekli olarak boş adamlara aktarılıyor, tempo yükseltiliyordu. Gerçi 2.30’da Arda’ya arkadan yapılan faul ile gerilimin ilk kıvılcımları kendini Terim, Arda ve Servet’te gösteriyordu ki, hemen ardından gelen iki pozisyonda Emre Bosna orta saha oyuncularını uyutup iki kez bomboş kalarak ikincisinde golü çakıyor ve ortam yumuşuyordu...
Afyon yutmuşcasına uyuklayan Boşnaklar takımımızın golden sonra geri çekilip lüzumsuz yere beklemeye başlaması üzerine topu daha çok kullanmaya başladılar. Taktiksel olarak başlayan kapanma süreci uzadıkça, takımımızın baskıdan etkilenmeye başlamaması imkansızdı. İkinci gerilim anı 23’te Emre’nin kartına, üçüncüsü de 26’da Terim’in kulübeden gönderilmesine yol açtı... Çok iyi başladığımız maçta, ikinci golü hemen bulma arzusundan kendi isteğimizle vazgeçmekle, önce oyun inisiyatifini sonra da kupa finallerini yitirdik...
Bozulan bir takımı ve taktiği ikinci yarıda yeniden düzenleyerek yeni bir başlangıç yapmak, maçı başından itibaren dağılmaya uğramaksızın oynayabilmekten daha basit bir arayış idi...
Terim’in tribüne gönderilmesi, UEFA’daki sicilimizin unutulmadığını ve antipati sahibi olduğumuzu düşündürüyor. Hakem’in yanlı(ş) kararları, sonucu açıkça etkiledi ancak biz de en iyi topumuzu öncelikle zihinsel ve psikolojik olarak oynayamadık... Yazık!
‘’Ayrı dünyaların takımları‘’
Oynamadan, bu Galatasaray’dan hiçbir şey alıp kaçamazsınız... Yıllardır Süper Lig’in en ucuz bütçeleriyle mücadele ederek, geçen sene de ancak ikili averaj ile ligde “gene” tutunan Denizlispor, Galatasaray karşısında aynı ligin takımı gibi değildi...
Galatasaray yüksek tempoda çok koşarak hücumu genişletince pas yüzdesi iyice artıyor, rakip kaleye kolayca iniyordu... Ne var ki, top ortaya sokulunca kale önünde belirgin bir savrukluk göze çarpıyordu... Elano’nun gelişi ile birlikte ortadan gelişen aksiyonları da boyutlanacaktır... Eğer Baros ve ceza sahasına orta sahadan gelen tek oyuncu olan Barış biraz hava toplarında becerikli olsalar maç kolayca kopardı... Büyük bir hakimiyet kurdukları maçta Cim Bom’un yalnızca Keita’nın ki, ciddi olan toplam 4 şut denemesi eksiklikti... Buna karşılık Keita gibi 90 dakika boyunca iştahla ve zevk alarak oynayan bir futbolcu transfer etmiş olmaları da bu sezonki Galatasaray’ın lezzetine lezzet katacak belli ki... Böyle bir coşkuyu en son Kosecki’de görmüştük, sonu benzemez umarım...
Galatasaray soldan Arda ve özellikle sağdan Kewell’in kornerlerinde müthiş bir üstünlük sağladı... Tabii ki Denizlispor’un da Güvenç Kurtar patentli, kornerlerde direk içlerine birer adam ve kale sahası çizgisine de 3-4 uzun adam dikerek, adam paylaşmadan yaptığı “duran topa karşı alan savunması” anlayışını gözden geçirmesi gerekiyor...
Ligin geçen seneden beri en isabetli ve etkili orta yapan adamlarından Bangoura’nın gene ligin her maça en iyi konsantre olan adamlarından Angelov’un kafasına indirdiği topla buldukları golle öne geçmelerine rağmen, Denizlispor’un İstanbul’dan puan çıkartması imkansızdı... Şimdilik Lige centilmence oyunları dışında bir katkı yapmaları zor gözüküyor...
‘’Her şampiyonluk özeldir...‘’
Ama Beşiktaş’ın bu şampiyonluğu olağanüstü bir şampiyonluk...
Denizlispor karşısında bütün hücum Tello-Holosko ikilisine bırakılmış, takım organizasyon yokluğu içinde hiçbir şey oynamıyor iken Galatasaray’ın öne geçtiği haberi geldikten sonra Kartallar istediğine ulaşmış gibiydi. Ligin ikinci yarısını özetleyecek şekilde rakip gene üzerine düşeni yapmadı. Beşiktaş sahada Holosko- Burak paylaşımındaki belirgin üstünlüğünü, Cisse’yi ilk ileri çıkardığı atakta, kaleyi karşısına her karşısın aldığı maçta sayı yapan Holosko ile gole çevirip ligi bitirdi...
Her şampiyonluk özeldir, ama bu şampiyonluk hepsinden de özel ve coşku verici olmalı...
Bu, benzeri nadiren görülebilecek bir şey... Olağanüstü!
Bu şampiyonluk, futbol teorilerini sarsacak kadar özel, çok öğretici bir şampiyonluk...
Çünkü bu ligin yarısında ortada Beşiktaş falan yoktu: Takım otoritelerinin önünde kaptanlarının birbirine girdiği, sevgisiz, saygısız, amaçsız bir takımdı...
Beşiktaş bu ligin dışında bir takımdı: ligin takım duygusu en yüksek, en dirençli, öz güveni en yüksek takımı haline geldiler...
Çok önlerindeki takımlar arkalarında gözden kayboldular...
Önyargıları yıkıp geçtiler... İki transfer yapıp, ikisini de ligin en çarpıcı oyuncuları haline getirdiler.
Oyun tempoları iyiydi ama uyum tempoları müthişti...
Takım olmanın büyüleyici dersini verip zirveye çıktılar: Türkiye kupasını bile kimseye bırakmadan...
Sadece 4 ayda!
Olağanüstü bir sezondu!