‘’Jesus Sivas’ta ne öğrendi?‘’
Fenerbahçe, geçen üç hafta içinde oynadığı üç maçın ikisini zorlanarak, uzatma dakikalarında kazandı, İstanbulspor karşılaşmasında ise oyunun sonuna eklenen zaman diliminde yediği gol sonucu berabere kaldı. Bu yaşananlar doğal olarak Sivas deplasmanının zor geçeceğine ilişkin düşünceleri yoğunlaştırdı Fenerbahçe üzerinde.
Ne var ki, Sivas’ta da görüldüğü üzere futbolda çaresizlik yoktur! Eğer başınıza büyük bir felaket gelmemişse, elinizde yeterli sayıda oyuncu ya da kadro derinliği varsa futbolda çareler tükenmez!
Valencia’ya dayalı oyun…
Fenerbahçe, Sivasspor karşısında neredeyse gol krallığını garantilemiş, en güvenilir oyuncusu Valencia’yı daha oyunun başında sakatlık nedeniyle hastaneye yolcu etti. Bu durumda Valencia’ya dayalı oyundan vazgeçilip farklı bir kurguya geçmek gerekirdi.
Böyle anlar, takımın teknik direktöre teslim olduğu durumlardır. Teknik direktörün düşünsel yetileri oyunun gidişatına yön verebilmelidir.
Arda Güler’den vazgeçmek…
İrfan Can Kahveci’nin kırmızı kart görmesinden sonra, skor avantajına da sahip olan Fenerbahçe’de yapılması gereken ilk iş takımın fizik kalitesini korumasına yardımcı olmaktı. Jorge Jesus’da bunu yaptı.
İyi oynamasına karşın Arda Güler’ kenara alıp kondisyonel nitelikleri üstün olan Ferdi Kadıoğlu’na uzun koşular yaptırması, Fenerbahçe’yi değişik seçenekler üretebilen bir oyun anlayışına yöneltti.
Ferdi’den golcü yaratabilmek…
Peki, haftalardır oyun olarak eziyet çeken Fenerbahçe’nin farklı yanlarını görmek için Valencia’nın sakatlanması mı gerekirdi? Kuşkusuz Jesus deneyimli bir teknik direktör. Ancak futbol en bilge insanlara bile yeni seçenekler sunabilen yol gösterici, öğretici bir niteliğe sahip.
Futbol, üçüncü bölgede çoğunlukla başarısız görünen Ferdi Kadıoğlu’ndan “golcü” yaratabilecek, çaresizlikten çare üretebilecek kadar düşünsel zenginlik üretebilen bir uğraş.
Futbol, Sivas’ta Jesus’a bunu öğretmiştir. Jesus yaşı kemale ermiş bir teknik direktör ama insan her yaşın tecrübesizidir. Başka bir değişle insan tüm yaşamı boyunca hem öğrenci hem de öğretmendir…
‘’Sorun Fenerbahçe’nin oyununda…‘’
Ülkemiz futbol anlayışı söz konusu olduğunda “yetenek” konusuna bakış açısında bir yanlışlık olduğunu düşünmekteyim. Bu düşüncem Spor Akademisi öğrencisi olduğum 45 yıl öncesinde oluşmaya başladı ve bugüne değin yaşadıklarım ve yaptığım araştırmalarla da sabitlendi.
Bizim futbol kamuoyunun “yetenek” dediği şey bir oyuncunun top ile oynama becerisi olarak algılanıyor. Oysa topla görsel hoşluk yaratan beceriler onlarca unsuru olan yeteneğin sadece bir parçası. Bütünün ayrıntılarına bakılmadığı için, karşılaştırma yapılmaksızın dilimize dolaştırdığımız “yetenek” tek yanlı bir bakış açısından kurtaramıyor futbolun içindekileri.
Doğal yetenek ne kadar belirleyici?
Ne kadar çok yazdığımı anımsamıyorum ama yeri gelmişken bir kez daha altını çizmek isterim; bir sporcunun başarısında on unsur varsa doğal yetenek altıncı sıradadır. Bunu ben söylemiyorum, araştırmacı spor bilimcilerinin ortaya koyduğu bir gerçekten söz ediyorum.
Bugün dünya üzerindeki en önemli spor bilimcileri olarak kabul edilen İstvan Balyi, Richard Way, Colin Higgs, Tudor O. Bompa ve G. Gregory Haff binlerce başarılı sporcunun yaşamı ve gelişimi üzerine yaptıkları araştırmalar sonucunda yeteneğin yerini belirlemişlerdir.
Yabancıların “Türkler yeteneklidir” sözlerinin bilimsel hiçbir değeri yoktur. Bunu çoğunlukla bir övgü olarak aldığımızda işimiz daha zorlaşıyor. Bilimsel yöntemlerle çalışılmadığı sürece yeteneğin gelişme ve açığa çıkma olasılığı yoktur. Eski bir söz de bu konuyu çok güzel özetler: Yetenek gayrete hayrandır.
Fenerbahçe’nin brezilya stili özlemi!
Fenerbahçe eskiden beri topla becerili oyuncuları kulüp geleneği olarak benimsemiştir. Kısa paslarla ayağa top oynamak anlamındaki Brezilya stilinin Türkiye’deki öncüsüdür Fenerbahçe. Ancak köprülerin altından çok sular geçti. Brezilyalılar bile Avrupa tipi futbol oynayarak 24 sene sonra Dünya Şampiyonu oldular(!970-1994).
Bugün artık insan da, futbolcu da, genel de yaşam da değişti. Artık yeteneğin diğer unsurları( kondisyonel, bilişsel, koordinatif ve psiko sosyal yetenekler) top becerisinde çok daha önemli hale geldi.
Sadece topla oynama becerisi ile futbolun içinde var olma çabası verenler kas sinir koordinasyonu bozulduğunda(yorgunluk başlayınca) performans üretmede zorlanıyorlar. Fenerbahçe’de bu tür oyuncu sayısı diğer büyük takımlardan daha fazla...
“At Valencia’ya sonucu bekle”
Bu nedenle oyun hep onların becerisine dayalı oynanıyor, onlar üretim sorun yaşadıklarında da oyunda çıkış yolu bulunamıyor. Bugünkü futbol ortamında bir futbolcunun takımın attığı gollerin neredeyse yarısına sahip olması iyi bir özellik midir?
“At Valencia’ya sonucu bekle” anlayışı en basit olarak yardımlaşma ve ekip olma konusunda aşama yapılamadığını anlatır. Bu noktada ise teknik ekibin uygulamaları kadro seçimleri, oyuncu değişiklikleri hatta yaptığı transferler sorgulanır.
Madem yazıya yetenek ile başladık yine yeteneğe ilişkin zihin açıcı bir soruyla bağlayalım: Galatasaraylı Mertens, Torreira ve Rashica mı yoksa Fenerbahçeli İrfan Can Kahveci, Emre Mor ve Ferdi Kadıoğlu mu daha yetenekli?
Bu sorunun içine Arda Güleri katmıyorum. Çünkü o daha çok genç, gelişmesi gerekir ama böyle “dünya yıldızı” havasına sokulursa gelişmesi durur. Olmaz olmaz demeyin. Arda Turan ile ilk uçakla seyahatlerimizde yüzüne baktığımızda yanakları kızarır, gözlerini kaçırırdı. Sonraki yıllarda uçakta gazeteci dövdüğünü herkes biliyor.
‘’Galatasaray neden farklı?‘’
Ligin artık son dönemecine girildiği şu günlerde Galatasaray futbol açısından farkını ortaya koyup maçlarını da “farklı” kazanmaktadır. Bu farkı yaratan unsur nedir?
Bu soruya herkesin vereceği farklı bir yanıt olabilir. Ben de kendi düşüncemi sizlerle paylaşmak isterim. Sezon başında oynanan karşılaşmaları anımsarsanız, Okan Buruk’un Kerem ve Yusuf ile ileri ucu oluşturduğu belleğinizden çıkıp gözünüzün önüne gelebilir.
Bu iki oyuncunun sürat ve çabukluğuna diyecek sözümüz yok ancak orta alanın ileriye taşınması için o bölgede top tutma becerilerinde sorun var. Galatasaray bu yüzden sezon başında futbolunu olgunlaştıramadı. Ne zaman İcardi takıma katıldı, o andan itibaren Okan Buruk eleştirilerden kurtuldu, takım da yükselmeye başladı.
Barcelona orta alanı gibi…
Şu günlerde İcardi gollerini atıyor ama arkasında öyle bir orta alan var ki, neredeyse Barcelona’nın Xavi, Busquets ve Xabi Alonso’yu andırıyorlar. Kim bunlar? Mertens, Rashica ve Torreira. Bu üçlü maç başlarken sahneleri sürekli değişen bir filmin oyuncularını andırıyorlar.
Üçü de değişen sahneye ayak uydurabiliyor, her hamleye göre kendi pozisyonlarını değiştirebiliyorlar. Ne zaman topa basıp ne zaman dokunmatik(tek pas) futbol oynayacaklarını çok iyi biliyorlar.
En önemlisi bir yandan topun takımda kalmasını sağlayıp diğer taraftan ileride Kerem ve İcardi’nin değişen pozisyonlarını kolluyorlar, rakip savunma arasına yaptıkları koşuyu görüp tek pas zamanlamasını kusursuz yapıyorlar.
Sayısal üstünlük nasıl sağlanır?
Diğer büyük takımlar rakiplerinin kalabalık savunmalarını açmakta zorlanırken Galatasaray orta alanı, yaptıkları baskı sonucu kazanılan topu çok hızlı oynayıp sayısal üstünlük sağlıyorlar. Ezberlenmiş bir oyun anlayışıyla İcardi’nin koşu yoluna tam da gol pası atıyorlar.
Arjantinli çoğunlukla topu kontrol bile etmeden tek vuruşla gollerini atıyor. Buradaki temel unsur “topu en uygun şekilde golcüye teslim etmek...”
Geriden gelenlerin markaj sorunu
Galatasaray’ın karşılaştığı rakiplerin açmazı ise şudur: İleride oynayan bir oyuncudansa geriden gelenlerin markajı çok daha zordur. Çünkü onların önünde daha geniş alan vardır ve hız kazandıktan sonra o alanı geçmek çok kolaylaşıyor. Rashica ve Mertens bu yapıya çok uygun oyuncular.
Bu iki oyuncu aralarında pas alışverişi yaparken aniden tek pasla topu İcardi’ye atıyorlar. İcardi bu çalışılmış uygulamayı bildiğinden top gelmeden yüzünü rakip kaleye dönüyor. O anda markajcıları sırtı dönük yakalanıyorlar. Onlar anlık gecikmeyle kalelerine döndüğünde iş işten geçiyor, Arjantinli golcü markajcılarından kopmuş oluyor.
‘’Futbolumuzun temelindeki çatlaklar‘’
Futbolumuzun bugün geldiği noktada, yönetimsel boşluklar ve büyüyen çatlaklar oyunun doğasına uymayan söylemlerle insanın içini karartan bir konuma geldiği görülmektedir. Kural tanımaz acımasız rekabet ortamında insan hoş bir sözün dilencisi oldu neredeyse. Yöneticilerin ağzından dökülecek sözcüklerin mentollü, insanlara ferahlık ve iç rahatlığı vermesini özler duruma geldik.
Kulüp yöneticilerinin birbirine karşı tutum ve söylemleri neredeyse düelloyu andırıyor. Hakemlere karşı alınan tavırlar, hakem hatalarının da futbolun tüm diğer unsurları gibi insan gerçeğinden kaynaklandığı, insana özgü olduğu bir türlü kabullenilemiyor.
“Dünyada ne kadar insan varsa o kadar da hakikat vardır” diye bir özdeyiş anımsıyorum. Futbolun içinde ne kadar yönetici, teknik direktör ve hakem varsa o kadar da değişik görüş ve yorum olabilir. Futbol hata yapmama ortamı değil, hata ve kusurların giderilmesi için çaba harcanması gereken bir alandır.
Futbolumuzun meyve verecek çiçekleri kurutuluyor
Bu görüş, yorum ve hatalar insani boyutlara çekilmedikçe futbolumuz, sürgünleri ve çiçekleri don yüzünden sürekli kuruyup harap olan bir ağaç olmaktan kurtulamaz, kendisinden beklenilen meyveleri ülkemiz insanının hizmetine sunamaz.
Arada bir kendiliğinden ortaya çıkan futbola benzer unsurlar da bu karmaşık ortamın yarattığı çatlaklardan akıp gözden kayboluyor. Yeryüzündeki bütün yanardağlar, yeraltındaki jeolojik çatlaklarla birbirine bağlıdır. Futbolun zirvesindeki olaylar da bizim “öz kaynak” dediğimiz oyunun en alttaki katmanlarından direkt olarak etkilenmektedir. Fazlalıklar doğanın dışarı attığı lavlar gibi en altta giderilmelidir.
Üretmiyorsan tüketiyorsundur
Dikkatlerini en üstteki dört takımın ilişkilerine yöneltmiş futbol kamuoyu, alttaki çatlakların onarılıp az da olsa üretilen iyi unsurların zirveye ulaşmasına engel olmaktadır. Aslında alttaki çatlaklar o denli büyük ki, bugünkü koşullar ve futbola bakış açısıyla onarılması olanaklı olmadığı gibi yöneticilerin de işine gelmemektedir. Kolay ele edip kolay tüketmek yaşam biçimi haline geldi. Kimsenin aklına şu kadim söz gelmiyor: Üretmiyorsanız tüketiyorsunuzdur.
Konuyu daha da somutlaştırmak için geçen ay İstanbul’un bir semt sahasında rastlantısal olarak izlediğim maçtan söz etmek isterim. 13-14 yaşlarındaki çocuklardan oluşan takımlar ligin son maçında şampiyon olmak için karşı karşıya geldiler.
Hakemin oyuna eklediği üç dakikalık ek zamanın sonunda takımlardan biri galibiyet golünü attı. Santrası yapılmayan bu golden sonra kazanan sevinçten kaybeden takım ise hakeme duyduğu kinden dolayı çıldırdı.
Kaybeden çocuklar sahanın tel örgülerine saldırdılar
Hakemler ve kazanan takım saha çıkışındaki yakın soyunma odalarına sığınıp kapıları kapattılar. Kaybeden takım ise kapalı demir kapılara saldırıp kırmak için uğraştılar. Başaramayınca otomobil lastiklerinden üretilmiş, kanserojen madde içeren siyah gravürle kaplı suni çim sahaya döndüler.
Henüz ergenliğe yeni adım atmış çocuklar ağza alınmayacak küfürler savurarak sahanın tel örgülerini kırmaya başladılar. Hoca ve yönetici olarak başlarında bulunanlar ise olayları sadece izliyorlardı. Üstelik bu saldırgan çocukların formalarında da “İnönü” adı vardı.
Belli ki kimse onlara “İnönü” adının taşıdığı derin anlamı anlatmamıştı. Kurtuluş savaşımızın kahramanlarından, Atatürk’ün en yakın arkadaşı, ilk başbakan ve ikinci cumhurbaşkanı İsmet İnönü adı onlara esin kaynağı olmuyor belli ki. Hadi yerel lig hocaları galibiyet dilencisi olduklarından öğretmiyorlar peki, ya okullar ve öğretmenler ne güne duruyor?
Suni çim alanlar futbolu da çocukları da öldürüyor!
Bir eğitimci spor insanı olarak öylece durup olanları şaşkın bakışlarla izledim. Bu çocuklar bu hale nasıl getirildiler? Bizler sahaya çıktığımızda hakemlerin elini öpen bir kuşaktan gelmekteyiz. Toprak ve çamurlu sahalarda oynardık, amatör kümeden en üst liglere transfer yapardık.
Bugün sağlıksızlığı herkesçe kabul edilen suni çim sahalarda oynayan en az iki kuşak çocuk ve genç kaybedildi. Erken yaşlarda doğal olmayan ortamlarda acımasız rekabetin içine sokulan bugünkü kuşaklar da birkaç yıl içinde kaybolacaklar. Çocukların bağ ve tendonlarını geliştirici engebeli toprak sahalar çim alanların yanına yapılmaya başladı Avrupa’da. Biz ise sağlıksız suni çim alanları futbolun kurtuluşu olarak görüyoruz. Bu görüş benimsendikçe çatlaklar da büyüyor…
‘’Jesus bize ne öğretti?‘’
Hiç kuşku yok ki şu günlerde Fenerbahçe teknik direktörü Jorge Jesus’u eleştiri oklarının hedefi haline getirip alınan sonuçlardan onu sorumlu tutmak işin kolay yanı ve bu yaklaşıma yıllardır alışkınız. Oysa bugün hedef tahtası olan Portekizli hocaya sezon başında “büyük futbol öğretmeni” unvanını verenler aynı eleştirmenlerdi.
Değerli dostlar, affınıza sığınarak bir anımsatma yapmak isterim: Bu satırların yazarı, Fenerbahçe son iki yılda ligi ikinci sırada bitirerek neredeyse bu sezon şampiyonluğa hazırken Jesus’un transfer üzerine transfer yaptığı günlerde “Jesus kapitülasyonları” başlıklı bir yazı yazmıştı. Henüz sezon başında yazılan o yazı bugün bile internet ortamında dolaşıp duruyor.
Fenerbahçe’nin kalbine atılan arbalet!
Jesus’un her hamlesini futbolumuz için öğretici bulanlar, bugün hedefe koydukları Portekizli hocaya artık normal ok değil arbalet atıyorlar. Arbalet12. Yüzyılda Avrupalılar tarafından icat edilen ve Hıristiyanlara karşı kullanılması yasak olan sadece Türkler için barutla atılan oktur. Eskiden savaşta kullanılan birçok silah çok şükür ki bugün artık bir spora dönüştü.
Ama gelin görün ki Fenerbahçe yönetiminin Jesus’a verdiği olağanüstü yetkiler sonucunda onun attığı oklar sarı lacivertlilerin kalbine arbalet kadar büyük acı vermektedir. Sorun Fenerbahçe’nin kendi evinde 10 futbolcu ile mücadele etmek zorunda kalan Beşiktaş’a yenilmesi değil. Daha önce de Kadıköy’de buna benzer sonuçlar yaşadı Fenerbahçe.
Futbolumuza Redmond etkisi
Sorun Redmond’un ikinci yarıda oyuna girip tüm oyunu 45 dakikada değiştirmesi, tribünde olsa da Jesus’un bu tek futbolculuk etkiye önlem alamamasıdır. Ya da Türk futbolunun özyapısında tek futbolcuyla her şeyin değişebileceği bir sıradanlığın varlığıdır.
İşte bu sıradanlığı yaratanlar Jorge Jesus gibi transfere doymayan ama kendi aldıklarını da zaman içinde yok sayan teknik direktörlerdir. Elinde otuzdan fazla futbolcu bulunan Jesus sezon başında “rotasyon aldatmacası” ile toplumun büyük bölümünü uyutup kendi yanlışlarına alıştırdı. Bugün gelinen noktada rotasyon kalmadı, transfer ettiği oyuncuların büyük bir bölümü de ya yedekte ya da tribünde.
Yaşamı öğrenmeden mutluluğun peşine koşmak
Ama yine de enseyi karartmamak gerekir. Medya ne denli büyütürse büyütsün teknik direktörlerin futbolda olağanüstü unsurlar olmadığını Jesus bize öğretti. Ekolü, okulu, belli bir standardı ve bunlara bağlı olarak devamlılığı olmayan bir ortamda teknik direktörler Jesus’un durumuna düşmekten kurtulamazlar.
Gelelim sorunun daha derinlerindeki izlerine; bana öyle geliyor ki biz yaşamı öğrenmeden mutluluğun peşine koşuyoruz. Aynı, oyunu öğrenmeden şampiyonluğun peşine koşmak istememiz gibi...
‘’Okan Buruk’un çelişkisi‘’
Galatasaray-Adana Demirspor maçından sonra Okan Buruk’un konuşmalarını dinlerken teknik direktörlüğü meslek edinmiş bir insanın, bir kulüp taraftarı gibi konuşmasını yadırgadım. Bir insan bir takımın eski futbolcusu olabilir ama aradan yıllar geçtikten sonra, o kulüpte ücret karşılığı mesleğini yapıyorsa artık “eski futbolcu tarzından” kendini arındırabilmeli.
Kaldı ki, Okan Buruk Beşiktaş’ta ve Avrupa’da da forma giydi. Yani Fatih Terim gibi adı Galatasaray ile özdeşleşmiş bir figür olarak kabul edilmiyor. Sadece Galatasaray’da oynamış olsa bile artık bu “kulüpçü” anlayıştan kendimizi arındırmalıyız.
Teknik direktör profesyonel bir insandır. Ciddi ücretler karşılığında çalışmaktadır. Eğer kulübün mağduriyeti söz konusuysa onca yönetim kurulu üyesi niçin var? Nitekim kulüp yöneticilerden Erden Timur Galatasaray’a yapılan haksızlıklara ilişkin bir çetele tuttuğunu, bunları sezon sonu açıklayacağını söylüyor.
Sadece Galatasaray mı mağdur?
Eğer haksızlık söz konusuysa Galatasaray’dan daha çok Adana Demirspor mağdur oldu. Adekughe’nin Akintola’ya, Mertens’in Rodrigues’ yaptığı kuraldışı davranışlar kırmızı kart ile cezalandırılabilirdi. Hatta Toreira’nin Emre Akbaba’ya yaptığı harekete de penaltı verilebilirdi. Okan Buruk bunların hiçbirini görmemiş. Taraftarlığın bu kadarı da olmaz!
Okan Buruk’un çelişkilerinden biri de “kırmızı kart vermek için futbolcunun ayağı mı kırılmalı” demesidir. Eski Ali Sami Yen Stadı’nda benim de basın tribününden izlediğim Galatasaray-Trabzonspor maçında Buruk’un ayağı kırılmıştı.
Trabzonsporlu Soner’in müdahalesi ile yerde kalmış, hakem Erman Toroğlu sağ elini arkadan öne doğru sertçe sallayarak “oynayın” demişti. Okan Hoca, maçtan sonraki konuşmasında o günleri anımsamalıydı. Demek ki ayak kırılınca da kırmızı kart verilmeyebiliyor. Toroğlu o pozisyonda faul bile vermedi.
Okan Buruk gönülleri buruyor
Okan Buruk şöyle konuşsaydı herkesin gönlünü fethederdi: “Hakemler genel olarak oyuncuların sağlığının korunmasında duyarlı davranmıyorlar. Her takımın maçında benzer durumlar oluyor. Canı yanan sadece biz değiliz. Bir oyuncunun ayağının kırılması en azından altı ay işinden olması demektir. Bu, zamanında benim de başıma geldi. Muslera’da aynı sorunu yaşadı.
Daha kariyerimin başında ve çok genç olduğum için çabuk toparlandım. Bu gibi olumsuzluğu yaşayan futbolcular sahalara dönseler bile belki takıma giremeyeceği için işini kaybetmek korkusu başka sorunları da beraberinde getirecektir. Ya oyun kurallarında ya da hakemlerde sorun var, düzeltilmeli.”
Ancak Okan Buruk, Galatasaray’ın kulüp sözcüsü gibi konuşup sadece Emre Akbaba’nın Mertens’e kırmızı kartlık hareketini gündeme getirerek gönülleri burdu.
‘’Hırvat futbolcularla ne farkımız var?‘’
Hırvatistan’ın karşısına çıkan başlangıçtaki 11’in içindeki futbolcuların sekizi Avrupa’nın büyük liglerinde oynadığı halde neden maçı kaybettik? Yanıtlanması gereken sorulardan biri budur ve basit bir yaklaşımla denebilir ki, Hırvatistan Avrupa’nın altı büyük milli takımından biridir ve bizim onların düzeyine ulaşmamız için çok çalışmamız gerekiyor.
Bu bakış açısı tek yönlüdür ve iki takım arasındaki farkları açıklamaya yetmez. Biz ülke olarak olaylara tek yönlü ya da kişisel önyargılarla bakmaya eğilimliyiz ve genelde “gemisini kurtaran kaptan” söylemi bilinçaltımıza işlemiştir.
Önemli olan nicelik değil niteliktir
Oysa düşünme, fikirlerin karşılaştırılmasından doğar, onları karşılaştırmaya yönelten ise fikirlerin çokluğudur. Sadece tek bir nesne, tek bir olgu gören kişi için yapılacak hiçbir karşılaştırma yoktur.
Hal böyle olunca da bireysel olarak ne kadar gelişmiş olursanız olun birlikte hareket edip, birlikte yaşamayı öncelikli kılmazsanız avcıların ülkesi olmaktan kurtulamazsınız. Bu aynı zamanda kısa erimde avlanılan ülke konumuna gelmek anlamını da taşır.
Birlikte yaşamayı ilke edinmiş ülkeler de, birlikte hareket eden futbol takımları da zaman zaman sıkıntı yaşayabilirler. Ancak yaşamda ve futbol alanında oluşturulan düşünsel çeşitlilik onları zorluklarla baş etme konusunda belli bir standarda ulaştırmıştır. Bu standart ülke nüfusu, sayılar ya da nicelikle ilintili değil, doğru örgütlenmeyle bağlantılıdır.
Dizilişler ve yöntem
Sözgelimi bizim ligimizde ve Ulusal takımımızda dilimizden düşürmediğimiz ve çoğunlukla tek yanlı düşünceyle, bütün kayıplar ve kazanımları dizilişlere bağlarız. Oysa dizilişler ne denli makul olursa olsun, alandaki başarı yöntemle eldeki oyuncular arasında bir uzlaşma gerektirir.
Oyuncular ne denli iyi olursa olsun sahada uygulanan yöntem ile oyuncu kalitesi arasında bir uyumsuzluk varsa sonuç almak rastlantılara bağlı kalır. Ermenistan maçındaki iki düzgün vuruşun Hırvatlar karşısında tutturulamaması gibi…
Yöntemdeki yanlışlık en hafif deyimle uygun olmayan planlamaya bağlı olarak, Hırvatistan karşısında göreceli olarak ortaya çıkan üstünlüğün golleri yememizin nedeni olarak düşünmeliyiz. Bir futbol takımı ne denli baskılı oynarsa, oyunda akışkanlık yakalarsa savunma güvenliğinden de o derece uzaklaşır.
Şeytan ayrıntıda gizlidir
Savunmada gerekli yapıları korumak o kadar güçleşir. Bu bir ayrıntı olarak görülebilir ama şeytanın ayrıntıda gizlendiği de sadece futbola ilişkin değil yaşamsal bir gerçektir. En güçlü olduğunuz an aynı zamanda zayıf duruma düşmeye en yakın halinizdir.
İsmail Yüksek top kontrolü gibi basit görünen ama kusursuzlaşması için olağanüstü çabalar gösterilmesi gereken bir eylemi gerçekleştiremediğinde, Hırvatların gol anını yakalamaktaki bireysel ve takım bütünlüğündeki becerisi devreye girdi.
Bu golde Mert Günok’un yaşından olsa gerek “tepki kuvveti” ikinci hamlenin geç yapılmasına neden oldu. Futbolda birbirinin aynı pozisyon yoktur ama benzer bir konumda yedekteki iki kaleci de(Uğurcan, Altay) büyük olasılıkla bu golü yemezdi.
Hem Hırvatistan favori hem de tam saha pres!
En iyi oynar görünen Ferdi Kadıoğlu’nun iki golün yenmesinde de kusuru olduğu ayrıntılarda saklıdır. Oysa aynı oyuncunun penaltı beklediğimiz pozisyonda soldan topla rakip ceza alanına girişi neredeyse 1974 Dünya Kupası’nın finalinde Johan Cruyff’un Berti Wogst tarafından düşürülüşünü andırıyordu. Ferdi’nin pozisyonunda penaltı yoktu, Hollanda’nın lehine verilen de o günden bu yana “ucuz penaltı” olarak yorumlanmaktadır.
Sonuç olarak teknik direktör tarafından hazırlanan oyun planı yenilgiyi hazırlayan birden fazla nedenlerden başta geleniydi. Hem Hırvatistan’ı favori görüyorsunuz hem de, yüksek tekniğe, oyun bilgisine ve paslaşarak ileride çoğalan bir takıma karşı tam saha baskı ile maça başlıyorsunuz.
İki farkla öne geçip ikinci yarının ortalarından itibaren kendi alanına çekilip korunma duygusuyla oynayan Hırvatistan karşısında koşacak alan bulamayan Kerem Aktürkoğlu’nu çıkartıp yerine yaklaşık aynı tarzda oynayan Barış Alper’i alıyorsunuz. Ermenistan maçında başlangıçtaki 11’de alana çıkmaması gereken Cenk Tosun, Hırvatlar kapanınca hamle oyuncusu olarak daha erken oyuna alınmalıydı.
‘’Kuntz’un hiçbir planı yok!‘’
Hiç kuşku yok ki Ermenistan karşılaşması iki ülkenin futbolcuları için de duyarlılık düzeyi yüksek bir oyundu. Fatih Terim döneminde yine Erivan’da oynanan karşılaşma öncesi Terim ”tarihin yükünü bizim omuzlarımıza yükleyemezsiniz” demiş, oyuncularını maça yoğunlaştırmıştı.
Stefan Kuntz maçtan sonra Erivan’da çok iyi karşılandıklarını söylemesine karşın maç öncesinde tribünleri dolduran taraftarlar tarihin yükünü oyuncuların omzuna yüklemeye çalıştılar ama neyse ki alanda mücadele edenler oyunun ruhuna aykırı davranmadan mücadeleyi tamamladılar. Her iki ülkenin temsilcileri de birbirlerine el verdiler.
İki yönlü hata
Doğu komşumuzun, Ulusal marşımız okunduğu sırada gösterdiği tepki de TRT’nin Ermenistan Ulusal Marşı okunduğu sırada TV vericisinin sesini kısması da hoş olmadı. Bu karşılaşmalar tarihin yükünü hafifletmek için iyi bir fırsat olmalı.
Sportif karşılaşmalarda ses yükseltip ses kısmak kimseyi haklı konuma getirmez. Tarihin yükünü, tarihi yazanlara bırakarak maçta kalmak en doğrusu olsa gerek.
Ermenistan Ulusal takımının maça nasıl başlayacağı herkes tarafından biliniyordu ancak Stefan Kuntz’un maçın başında beklenen o saldırgan oyuna nasıl karşılık vereceği, hangi kurgu ile oyuncularına görev vereceği pek kestirilemiyordu.
Kuntz medyadan mı etkilendi?
Alana çıkan takımı görünce Alman teknik direktörün maç öncesinde TV kanallarında günlerce konuşulan oyunculara öncelik verdiğini fark ettik, gördüklerimize inanmakta zorlandık.
Kuntz kendi bildiklerini uygulamak yerine yorumcuların gönlünü yapmıştı sanki. Sadece bugünü değil geleceği de düşündüğünü söyleyen Kuntz takımın asıl kalecisi Uğurcan’ı ve en iyi deplasman oyuncusu Kerem’i kulübede tutmuş medyada hep arkalarında durulan Cenk ile Mert’e başlangıçtaki 11’de yer vermişti.
Gerçi Mert 70. Dakikada bir hatalı çıkış sonucu topu yumruklayamadı, rakip doğru vuruş yapsa kalemizde ikinci golü görebilirdik ama genelde iyi oynadığını söyleyebiliriz. Bizim eleştirimiz Mert’in kötü oynamasıyla ilgili değil, geleceğin takımı söylemine ilişkindir.
Üçlü savunmanın açıkları…
Kerem gibi bir karşı atak oyuncusu varken Cenk Tosun’a öncelik verilmesi Kuntz’un öngörü konusundaki kusurlarından biri olmalı. İspanya Ligi’nin gol kralı adaylarından biri olan Enes’in ise işlevsel hale getirilememesi de hücum planlamasının eksikliğine bağlı olsa gerek.
Hele bir de üçlü savunmadan dörtlüye geçiş var ki bu uygulamanın bir teknik direktör skandalı olduğunu söylemeye dilim varmıyor. Ermenistan Ulusal takımı ilk yarım saatte üçlü savunmanın kenarlarda bıraktığı boşluklardan atak geliştirerek neredeyse skoru 3-0 yapacaklardı. Tek golde kalmaları iki takım arasındaki güç dengesiyle ilişkili olsa gerek.
Kuntz da “vizyonsuz becerikli!”
Dörtlü savunmaya geçerek maçta dengeyi sağladıklarını söylemesi ise, Şenol Güneş’in oynattığı bir bek oyuncusunun yedeğinin daha iyi olduğunu söylemesini andırıyor. Nereden bakarsanız bakın tam bir çelişki…
Ferdi ile Umut rakip ceza alanı etrafına başarıyla gittiler. Özellikle Ferdi bu işi çok iyi yapıyor zaten. Ancak aynı oyuncunun rakip aut çizgisine kadar gidip geri dönüp ceza alanına kadar top sürmesi oyuncuların “vizyonsuz becerikli” olduklarını, Kuntz’un da benzer yapıda olduğunu maçın her bölümünde açıkça gördük…