‘’Çanakkale dediğin...‘’
Adana (796), Adıyaman (9), Afyonkarahisar (1687), Aksaray (288), Amasya (87), Ankara (1764), Antalya (1107), Artvin (4), Aydın (1661), Balıkesir (2732), Bartın (267), Bayburt (20), Bilecik (789), Bingöl (8), Bitlis (49), Bolu (1330), Burdur (574), Bursa (2914), Çanakkale (1797), Çankırı (979), Çorum (1300), Denizli (2089), Diyarbakır (49), Edirne (810), Elazığ (154), Erzincan (290), Erzurum (112), Eskişehir (827), Gaziantep (489), Giresun (117), Gümüşhane (40), Hatay (273), Isparta (670), İstanbul (1670), İzmir (1722), Kahramanmaraş (198), Karaman (460), Kars (2), Kastamonu (2226), Kayseri (783), Kırıkkale (229), Kırklareli (350), Kırşehir (443), Kocaeli (575), Konya (2522), Kütahya (1439), Malatya (124), Mardin (7), Manisa (2131), Mersin (1203), Muğla (659), Muş (6), Nevşehir (530), Niğde (498), Ordu (66), Rize (89), Sakarya (517), Samsun (49), Siirt (40), Sinop (1491), Sivas (237), Şanlıurfa (373), Tekirdağ (627), Tokat (51), Trabzon (159), Tunceli (28), Uşak (815), Van (38), Yozgat (641)... Afgan var, Azeri var, Iraklı var. Arnavut var, Bosnalı, Bulgar var. Makedon var, Yunanlı var. İranlı, Kosovalı var. Kudüslü, Suriyeli var.
★ Parantezlerin içindekiler, sadece rakam değil dostlarım... Onlar, bizim bugün bu güzel ülkede yaşamamızı sağlamak için canlarını veren Aziz Şehitlerimiz... Ve eminim ki, aslında daha da çoklar. Türk-Kürt, Çerkez-Laz, Boşnak- Arnavut, Alevi-Sünni yok bu listede... Yurdunu korumak için omuz omuza canlarını yitirmiş kardeşler var.
★ Bu yüzden... Çanakkale; sadece bir savaş değildir. Çanakkale; direnişin, inancın sembolüdür. Çanakkale; ‘vatan ne demek’ sorusunun yanıtıdır. Çanakkale; ölüme koşarak giden kahramanların destanıdır. Çanakkale; bir kez bile aşık olamadan, 15 yaşında kefen giyen çocukların ‘öyküsü’dür. Çanakkale; bağımsızlık ve hürriyettir. Çanakkale; Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde bir ulusun yedi düvele başkaldırısıdır.
★ Bu ülke, bu millet ve bu bayrak üzerinde halâ hesap-kitap yapanlar bilsin ki, bizler o kahramanların torunlarıyız. Ve halâ haykırıyoruz: ÇANAKKALE GEÇİLMEZ! (NOT 1: Sayın Türkiye Futbol Federasyonu yetkilileri... 18 Mart haftasında; ‘Aziz Şehitlerimiz’e rahmet, ‘Gazilerimiz’e minnet duymak aklınıza gelmedi mi? 84 ülkede yayınlanan derbi için bir pankart hazırlamak ve bu onurlu savaşı, bir kez daha tüm Dünya’ya duyurmak kalbinizden geçmedi mi?) (NOT 2: Sayın Başakşehir Futbol Kulübü yetkilileri... İçinde Atatürk olmayan bir Çanakkale koreografisi sizce de eksik değil mi?)
‘’Bir 'Taç' meselesi‘’
Fenerbahçe-Akhisar maçı sonrasında Aykut Kocaman, Beşiktaş-Fenerbahçe derbisinde yaşanan bir taç pozisyonundan bahsetmişti. Doğrusu, toplumun büyük çoğunluğu gibi ben de “Bu da nereden çıktı! O maçın üzerinden kaç gün geçti” diye düşünmüştüm. Garip gelmişti!
Çok değil, 1 gün sonra Şenol Güneş devam etti. Trabzonspor maçı için gittikleri Trabzon’da, “Trabzon’u sattın” diyen Trabzonsporlu bir kaç genci polislere şikayet ederken, “Bunlar ne Beşiktaşlı ne de Trabzonsporlu...
Bunları Fenerbahçe göndermiş” dedi. Yıllardır Trabzon’da hep yüksek gerilim yaşamış, yarım saat ötede otobüsü kurşunlanmış Fenerbahçe’den bahsediyordu. Bu da çok garipti! Sonrasında Fikret Orman çıktı kürsüye...
“Fenerbahçe-Akhisar maçı sonrasında orada Beşiktaş’ın ne işi var” dedi. Sonuna kadar haklıydı...
Ama keşke, “Trabzonspor-Beşiktaş maçı öncesi, orada Fenerbahçe’nin ne işi var” da deseydi. İşte o zaman, inanılmaz bir örnek olacaktı. Bir kaç gün sonra Beşiktaş- Gençlerbirliği maçı oynandı...
Şenol Güneş, uzatmalarda taç atışı yapmak isteyen rakip oyuncunun önüne geçti. Bilerek ya da bilmeyerek...
Ama eylem buydu, yani geçmişti. Bir kaç gün sonra Aykut Kocaman’a sordular, “Takdir-i ilahi” dedi. Koskoca Beşiktaş, koskoca Fenerbahçe... Koskoca Aykut Kocaman, koskoca Şenol Güneş...
Bir ‘taç’ atışından yola çıktılar ve maalesef sonuçta ‘taç’a çıktılar. Değdi mi?
★ Bir akademisyen, yıllar önce ‘kültürel psikoloji’ dersinde bir deney yapar. Sınıf, değişik milletlerden öğrencilerle doludur. Türk, Arap ve Japon öğrencilerine; isimlerini tahtaya yazmalarını rica eder. Türk, soldan sağa doğru yazar adını...
Arap, sağdan sola...
Japon ise yukarıdan aşağıya...
Hepsi aynı işi yapmıştır, ismini yazmıştır aslında; ama bambaşka biçimlerde...
Aynı milletiz, aynı dili konuşuyoruz...
Ama sırf tuttuğumuz, sırf çalıştığımız kulüpleri korumak-kollamak adına; adımızı aynı tahtaya aynı dilde yazamıyoruz. Süleyman Sebalar, Şükrü Saracoğlular, Baba Hakkılar, Lefterler, Şerefler bulutların üzerinden bizi izliyorsa eğer...
Ne diyorlardır sizce? Şundan eminim; ‘taç’ değildir konuştukları! Çünkü onlar, Fenerbahçe’nin Beşiktaş’ın, bir ‘taç’tan çok daha büyük olduğunu biliyorlar.
‘’Bir kadın gittiğinde...‘’
“Kadınlar gittiklerinde arkalarında daha büyük boşluklar bırakırlar.
Onlar bir gün çekip gittiklerinde, peşlerinde ‘yetim-öksüz’ kalan çok olur: Mutfaktaki dolap, perdeler, kavanozun içindeki eski düğmeler, özenle saklanmış küçülmüş giysiler, dolap diplerindeki kurdeleler...
Sabah karanlığında mutfaktan gelen tıkırtılar susar, yetim kalmıştır tabaklar.
Bir kadın gittiğinde hep suyu unutulur saksıların.
O teki kalmış eski bardağın anlamını bilen olmaz, değerini kimse anlayamaz krom hac tasının.
Balkon artık sessizdir, koridor kimsesiz.
Bir kadın gittiğinde...
Ne çok kişi gider aslında; bir ağır işçi, bir temizlikçi, bir bakıcı, bir bahçıvan, bir muhasebeci...
Bir anne gider... Bir dost... Bir arkadaş... Bir sevgili...
Ne çok kişi yok olur bir kadın gittiğinde.
Bir kadın gittiğinde; kapı eşiğindeki ‘Dikkat et’ duyulmaz, annesi gitmiştir ‘geç kalma’nın.
Bir kadın gittiğinde...
Balkon artık sessizdir. Koridor kimsesiz.
Bir kadın gittiğinde... Ne çok kişi gider aslında; bir ağır işçi, bir temizlikçi, bir bakıcı, bir bahçıvan, bir muhasebeci...
Bir anne gider... Bir dost... Bir arkadaş... Bir sevgili...”
Büyük üstat Bekir Coşkun’un yazısıydı yukarıdaki...
Bundan daha iyi, ne yazılabilir ki!
Çerçevelet, baş köşene koy...
Antibiyotik gibi düşün! Sabah-akşam oku bir kez; varsa, vücudundaki iltihapları kurutsun.
Emin ol iyi gelir, iyileştirir ruhunu!
Ve ben başka ne diyebilirim ki bunun üstüne...
Sadece düşünürüm; ‘Bir kadın gittiğinde...’
‘’Buna da şükretmeli!‘’
“Yemeğe salça koydu” diye karısını öldüren adam var. “Kızlı-erkekli horon zinadır” diyen okul müdürü var. “Birbirini tanımayan erkek ile kadın asansöre binerse halvet olur” diyen vakıf başkanı var. 3.5 yaşındaki kız çocuğuna tecavüz edip öldüren insan müsvettesi var. “Kahkaha atan kadın iffetsizdir” diyen devlet büyüğümüz var. Ördek ile cinsel ilişkiye giren sapık var.
****
Damacana ya... Hani içtiğimiz suyu koydukları plastik bidon... İşte onunla mastürbasyon yapan manyak var. Otomobil tekerleklerinde kullanılan ‘rulman’a kadın muamelesi yapan, cinsel hayatı biten salak var. 4 eşi olan ve 19 yaşındaki kızla 5. evliliğini yapan muhtar var.
Otobüste şort giyen voleybolcu kıza tekme tokat saldıran geri zekalı var. Durup dururken sağır-dilsiz bir genci dümdüz eden ve cezaya itiraz eden üniversiteli var. “Kızlar 9, erkekler 12 yaşında buluğ çağına girer”, “Buluğ çağına gelenler evlenebilir” diyen kurumumuz var.
****
Örnekleri çoğaltmak mümkün, fakat beyninizi daha da fazla patlatmaya, içinizi daha da daraltmaya gerek yok.
Maalesef böyle insanlar var aramızda ve bizler de onlarla aynı havayı teneffüs ediyor; adına hayat denilen bu uzun yolu, onların da varolduğu bir coğrafyada birlikte yürüyoruz.
Onlar aramızdayken, bizler ne kadar sağlıklı olabiliriz peki? Gelmek istediğim nokta da, asıl sorun da bu aslında...
Tekrar edeyim: Onlar aramızdayken, bizler ne kadar sağlıklı olabiliriz?
Cevap çok basit: Olamayız!
***
Kimseyi aklamak, kimseyi anlamak, kimseyi anlatmak gibi bir hedefim yok. Fakat bir de bu açıdan bakmakta fayda var Türk Futbolu’na...
***
Bizim dünyamızdaki en büyük dertler nedir peki?
İki direk arasından girmeyen bir top... Sürekli didişen futbolcular, teknik adamlar... Hatalarla dolu maçlar yöneten hakemler... Verilen fauller, verilmeyen penaltılar... Şampiyon olup sevinenler, şampiyonluğu kaçırıp üzülenler...
Falan filan...
****
Bu kadar vandallığın içinde inanın en masumları belki de bizim (spor) dünyamızın içindekiler...
Ben böyle dertlere razıyım!
Vurmadan, kırmadan, dökmeden olması şartıyla elbette...
‘’İçimizdeki İzlandalılar!‘’
Son yıllarda İzlanda karşısında aldığımız sonuçlar ortada. Aslına bakarsanız skordan daha çok yapılan yorumlara takılıyorum ben. 2018’de biz yokuz, ama onlar Rusya’da olacak. Bizim gidemeyişimizi eleştirirken, bile, “İzlanda dahi gidiyor” diyenler var. Peki o kadar küçük gördüğümüz İzlanda, gerçekte nasıl bir ülke?
★★★
■ İzlanda’da asgari ücret 2.600 dolar civarında, bizde ise 400 dolar gibi...
■ İzlanda’da milli gelir kişi başına 40 bin dolarlar düzeyinde, Türkiye’de 10 bin doları biraz aşıyor...
■ İzlanda en son çatışmada asker kaybını İkinci Dünya Savaşı’nda vermiş, Türkiye’de gün geçmiyor ki şehit haberi gelmesin, içimiz parçalanmasın...
■ İzlanda milli takımı oyuncularının tamamına yakını Avrupa’da oynuyor, bizim birkaç oyuncumuz var sadece...
■ İzlanda soğuk ama, insanları çok az sorun yaşıyor, mutlu, yüzler gülüyor. Bizim ülkemiz sıcak ama, geçim derdi, işsizlik, terör belası, savaş tehdidi, göçmen sorunu derken sorunlarla boğuşmaktan, insanımız gülmeyi unutuyor.
★★★
Yıllar yıllar önce Sevgili Mustafa Denizli, “İçimizdeki İrlandalılar” demişti ya... Küçük bir değişiklikle, “İçimizdeki İzlandalılar” diyorum ben de! Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş borç içinde yüzerken, onların ekonomik sorunları neredeyse yok. Emre onlarda, Arda onlarda, Adebayor, Mossoro, Elia, Clichy, Caiçara onlarda. Mevlüt yedek, Kerim Frei yedek, Gökhan İnler yedek! Kulüp çok yeni, taraftarı çok az belki... Ama 7’den 70’e hepsi mutlu...
★★★
Başakşehir “İçimizdeki İzlanda’dır” kısaca...
‘’Hitler değil Churchill‘’
İngiltere’de hem askeri hem de siyasi alana damgasını vurmuş bir isimle başlayacağız yazıya... Winston Churchill ile... Askeri bir deha, siyasi bir figür olarak çok yazılıp çizilmiş hakkında, fakat onun adını duyan herkes ‘zeka’sından bahseder. Mesela;
Meclis’te bir gün... Churchill konuşurken; Muhalif Parti’den bir kadın milletvekili seslenir: “Eğer karınız olsaydım, kahvenizin içine zehir karıştırırdım...” Gözler Churchill’e döner. Çok merak edilen cevabı şudur: “Hanımefendi! Eğer karım siz olsaydınız, o kahveyi seve seve içerdim!”
Yine bir Meclis hikâyesi... İşçi Partisi Milletvekilleri’nden Bessie Braddock, ağzına ne gelirse söyleyen bir kadındır. Bir gün kürsüde konuşan Churchill’e bağırır: - “Winston, sen bir sarhoşsun!” Churchill gülümser ve yanıt verir: - “Bessie, sen de çirkinsin! Ben yarın sabah ayılacağım, ama sen hep çirkin kalacaksın!”
Nobel ödüllü yazar Bernard Shaw, bir oyununun ilk gecesine, mecburen Churchill’i davet eder. Davetiyeye, bir pusula iliştirir: “Size iki kişilik davetiye gönderiyorum. Bir dostunuzu alıp gelebilirsiniz. Tabii dostunuz varsa!” Churchill pusulayı yanıtlar:
“Maalesef o gece başka bir yere sözüm var. İkinci gece gelebilirim, tabii oyununuz ikinci gece de oynarsa!”
Ligimizde geri sayım başladı. Artık hata yapanın işleri zora sokacağı günlere girdik. Aykut Kocaman ile Abdullah Avcı gibi sakinlikleriyle tanıdığımız iki teknik adam bile birbiriyle kavga ediyor. Abdurrahim Albayrak ve Mustafa Cengiz ağır konuşuyor. Fikret Orman’ın yorumları ortada. Şenol Güneş’in Mehmet Özdilek’e yaptıklarına şahit olduk. Hemen her kulüpten benzer sesler yükseliyor aslında...
Arka sokaklardaki kavgalarda yumruklar konuşur. Çünkü o insanlar tartışma nedir, bilmez... Kimin haklı olduğu önemli değildir! Kim daha çok bağırırsa ya da kim daha çok yumruk sallarsa, o kavgayı o kazanır onların gözünde...
Sizler... ‘Koskoca’ kulüplerimizi yöneten ‘koskoca’ adamlarsınız... Farklı olduğunuzu hissettirin bize... Arka sokaklardaki adamların yaptıklarının doğru olmadığını gösterin. Karşınızdakini yumrukla değil, sözlerinizle dövün.
Unutmayın... Sizin ağzınızdan çıkan her söz, arka sokaklarda yumruk yumruğa kavgalara neden oluyor. Seviyeyi hep yukarıda tutun lütfen. Hitler gibi vahşi değil, Churchill gibi zeki olun. Size bu yakışır zaten...
‘’Koyun mu köpek mi!‘’
Çoban, dağda otlattığı koyunlarını su içmeleri için dere kenarına indirir. Tam bu esnada, yoldan geçen çok pahalı bir cip durur. İçinden takım elbiseli bir adam iner ve çobanla sohbet etmeye başlar.
● “Çok koyunun var. Sana tam olarak kaç tane olduğunu söylersem, bir tanesini bana verir misin?” Çoban kabul eder. Adam, aracından bilgisayarını çıkartır, üzerinde ‘gizli’ yazan bir siteye girer. Kullanıcı ismi ve şifresini yazdıktan sonra, açılan siteye konumunu belirtir. Bir sürü teknik bilgi önüne çıkar. Bir çok tuşa basar ve sonunda çobana döner:
● “1586 koyunun var.” Çoban “Doğru” der ve bir koyunu alabileceğini söyler. Adam koyunu alır ve aracın bagajına koyarken, çoban seslenir:
● “Peki, ben senin kim olduğunu, ne iş yaptığını söylersem hem koyunumu hem de aracını verir misin?” Adam bakar, ‘elinde sadece bir kaval olan bu çoban, nereden bilecek’ diye düşünür ve kabul eder. Çoban ilk tespitini yapar: ● “Sen, Dünya Bankası’nda çalışan bir danışmansın!” Adam doğru cevap karşısında şok olur ve sorar: “Nasıl bildin?” Çoban üç maddede açıklar:
● “Birincisi; Ben çağırmadan buraya geldin... İkincisi; Benim zaten bildiğim bir şeyi bana söylemek için, benim olan bir şeyi istedin! Üçüncüsü; Bildiğin tek şey rakamlar, hayata dair hiç bir bilgin yok!” Üçüncü şık adamı çok rahatsız eder ve “Bunu da nereden çıkarttın” diye sorar. Çobanın yanıtı kısa ve nettir:
● “Çünkü köpeğimi aldın!”
★
Bir işi tam anlamıyla doğru yapmak istiyorsanız; her kademede doğru adamlarla çalışmanız gerekir. Bu tespiti, futbolumuz için yapacak olursak... Fatih Terim, Şenol Güneş, Aykut Kocaman, Rıza Çalımbay, Abdullah Avcı gibi futbolun içinden gelmiş, futbolu bilen ve kenar yönetimleri iyi olan teknik adamlarımız var. Gomis, Guiliano, Valbuena, Eto’o, Love, Negredo, Feghouli, Emre, Burak Yılmaz, Selçuk İnan ve adını buraya yazamadığımız çok sayıda kaliteli oyuncumuz var. Sahadaki paydaşlar yüzde 80 tamam, ama... Bir de futbolu yönetenler var. Futbolumuzu yöneten ceketlilerin ‘CV’lerine bakın lütfen... İş adamı var, petrolcü var, inşaatçı var, muhasebeci var, mali müşavir var, doktor var... Bir tek futbol adamı yok!
★
Çobanın son sözü neydi!
‘’Bağırma, konuş!‘’
Sesi çok çıkanın hep haklı zannedildiği günleri yaşıyoruz.
Çok bağıranın çok kazandığı...
Çok kavga edenin çok okunduğu, izlendiği...
Seviye ne kadar düşerse, ilginin o kadar arttığı...
Bir virüs gibi yayıldılar içimize...
Hücre hücre ele geçirdiler...
Artık gazetelerde onlar var, televizyonlarda onlar var, federasyonlarda onlar var ve malesef karar merciilerinde onlar var.
Nereye dönsen, onları görüyorsun.
Nereye gitsen, onlar...
Aynalarla dolu bir odaya girmişsiniz sanki...
Nereye baksanız, gözünüzün içine giriyorlar.
Bavullarla evraklar getirdiler bir zamanlar, A’dan Z’ye, büyük bir kitleye hayatı zehir ettiler. “Ben ne dersem, o olur” diyecek kadar hadsizdiler, hadlerini bildirdiler.
Ağzından çıkan her cümlede hakaret vardı bir muhteremin de... Bir gün Din Adamı’ydı, bir gün ‘Siyaset Profesörü’... Bir gün ‘Magazin’e takılıyordu, bir gün ‘Futbol’a... “Seni mahvederim” diyordu alenen, “Seni aldırtırım” falan... Hasbelkader arkasında bulduğu güç, zehirlemişti. Sınır kabul etmiyordu artık; her yer O’nundu! Ve ahlâksızca bir benzetme yaptı, haddi bildirildi.
Onlardan daha çok var.
Ve eminim ki, geldikleri gibi gidecekler. Çünkü hak ederek burada değiller, tırnaklarıyla kazıya kazıya gelmediler ve o nedenle şu an bulundukları yerin kıymetini bilemiyorlar, hakkını veremiyorlar.
Hâl böyleyken, Aykut Kocaman’ın bağırmadan çağırmadan, bir ûslup çerçevesinde meramını anlatmaya çalıştığı sözlere, küfür kafir karşılık veriyorlar.
Ben, (Sözlerine katılıp katılmamak hiç de önemli değil. Sadece tavrından bahsediyorum) Aykut Kocaman gibilerin artmasını isterim. En azından bir tık yukarı çıkar seviyemiz. Kavga etmeden uzlaşmayı, konuşmayı becerebiliriz.
Karar sizlerde sevgili okuyucular... Kimin vitrinde kalmasını istiyorsanız, ona göre davranacaksınız. Eskilerden bir deyişle bitirelim;
Sesini değil, sözünü yükselt... Zambaklar yağmurlarla büyür, gök gürültüsüyle değil...