MENÜ

Arka Bahçe

Abone Ol Google News
Haberin Devamı

Mükremin Abi!.. Sahip olma, ol! Bunun içinse, herşeyi elde etmek, onlara egemen olmak, kar tutkusu, açgözlülük ve ihtiras gibi insanı insan olmaktan çıkaran, birbirine düşman yapan “sahip olmak” dürtüsünün terkedilmesi gerekmektedir. Fromm, “olmak” kavramını ise, anlamak, olgunlaşmak, özgürleşmek, evrensel değerler ve insani duygularla donanmak şeklinde açıklar. Yani kısaca, insanın sadece “insan” olması, insanlık ülküsünü benimsemesi... Göz açıp kapayıncaya kadar geçen kısacık ömrümüzde mal, mülk, para, şöhret ve iktidar sahibi olabiliriz... Ama bu, hiç bir zenginliğin yerini tutamayacağı “olmak” idealiyle taçlandırılmadığı takdirde insanı esir alır ve zamanla sahip olduklarımız, bize sahip olur. Olmak yerine sahip olmayı seçenler, ellerindeki sanal kudretin büyüsüyle, öylesine kendilerini kaybederler ki, şişen egolarıyla birlikte; yaşamlarını bencillik, tatminsizlik, görgüsüzlük, yalan ve riya üzerine kurarlar. Gözleri, kendilerinden ve kendi sınırsız isteklerinden başka hiç bir şeyi, hiç kimseyi görmez. Dostlukları, arkadaşlıkları, aşkları da, kendi ihtiyaçlarının doyurulması üzerinedir. Küçük bir tatmin için önlerine gelen herşeyi yakıp yıkarlar. Narsizmin doruklarında gezerler. Dünya onların etrafında döner. Diğerlerinin hiç bir önemi yoktur onlar için. Başkaları, başka zümreler, başka meslek grupları, anlık bir hazza kurban edilebilir. Son yıllarda o kadar çoğaldılar ki; heryerdeler. Evlerimizde, odalarımızda, işyerlerimizde, sokaklarda, statlarda, salonlarda, sahnelerde... İçimizde, yanıbaşımızda, nefes alışımızda... Şöhretini, üçkağıtçı ve serseri bir mahalle kabadayısı tiplemesine borçlu olan sanatı kendinden menkul “Mükremin Abi” Yılmaz Erdoğan, CNN Türk’e verdiği bir mülakatta, “Halk spor basınından tiksiniyor” diye buyurmuş. Mükremin Abi’nin, hangi halktan sözettiğini bilemiyoruz tabii... Gözlerini nefret bürüyen, paçalarından cehalet akan varoş lümpeninden mi, Beyoğlu’nun arka sokaklarında pavyonculuk, değnekçilik, erketelik, kapkaç, gasp, uyuşturucu satıcılığı, pezevenklik yapan Anadolu safrasından mı, devlete vereceği üç kuruşluk vergiyi kaçırmak için bin bir katakulli yapan, ardından da gece alemlerinde su gibi para harcayan magazin sayfalarının züppelerinden mi, televizyonlardaki, ucuz, bayağı, sefil magazin programlarıyla afyonlanan, umarsız, ümitsiz, geleceksiz ortalama çoğunluktan mı... Yoksa şoven duygularını okşayarak prim yaptığı yoksul kürt köylüsünden mi, aynı yoksulluğun girdabındaki, “kan kusup kızılcık şerbeti içtim” diyen Egeli, Akdenizli, Karadenizli, Trakyalı kasabalıdan, çiftçiden mi, büyük kentlerin kenar mahallerinde iki - üç çocukla hayata tutunmaya çalışan dargelirli dürüst vatandaştan mı... Halk dalkavukluğu Mükremin Abi! Hangi halktan sözediyorsun? Hangi halk spor basınından tiksiniyor? Halk dediğin homojen değildir ki... Katman, katmandır, bölük, pörçüktür. Boğaz’ın kenarında sırça köşklerde oturan Türk burjuvazisi de halktır, Diyarbakır surlarının dibinde çöpten beslenen biçareler de... Hepsinin, duyguları, düşünceleri, dünya görüşleri, hedefleri, hayat felsefeleri farklı farklıdır. Ve hepsi bizimdir, bu toprağın, bu coğrafyanın insanlarıdır. Birbirinin benzeri politikacıları “en güvenilmezler” kategorisinde ilk sıraya koyup da, yıllardır onları iktidar yapan da bu halktır, tabut içinde geri alacakları evlatlarını Güneydoğu bataklığına davul zurnayla uğurlayan da... Yılmaz Erdoğan’ı baştacı yapan da bu halktır, çaçaron kaynanana Semra Hanım’ı da... Bir yüzü doğuya, bir yüzü batıya, bir yüzü moderniteye, bir yüzü orta çağa dönüktür bizim halkımızın... İyilikle, kötülüğün, güzellikle çirkinliğin, sevgiyle nefretin harmonisidir, kaostur, karmaşadır, bizim halkımız... Birinin sevdiğini diğeri sevmez, birinin nefret ettiğini, öbürü bağrına basar. Duyguları tek değildir. O nedenle bu halk spor basınından tiksinmez. Sevmez de belki, ama nefret de etmez. Bu senin için de geçerlidir. Senin de sevenin vardır, sevmeyenin vardır. Ama birisi çıkıp da, “Halk Yılmaz Erdoğan’dan nefret ediyor” diyemez. Bizim içimizde de her meslek grubunda olduğu gibi çürük elmalar vardır. Onları zaten en fazla biz eleştiririz. Ama namuslu, dürüst, idealist gazeteciler çoğunluktadır spor basınında. Yağmur, çamur, kış, kıyamet demeden, sizlere haber ve fotoğraf yetiştirmek için statlarda, salonlarda telef olan çilekeşlerdir, spor medyası... Kıt kanaat geçinmesine rağmen, kalemini satmayanlardır, gazete mutfağında bayram, seyran demeden, gecesini gündüzüne katarak, sizlere haber yetiştirmeye çalışan emekçilerdir, spor medyası... Kulüplerin kirli çamaşırlarını ortaya döken, stat terörüne savaş açan, kampanya yapan da bu spor medyasıdır. Bugün kim ne biliyorsa, bu spor medyası sayesinde biliyor. Sen de öyle... O nedenle kendi nefretini halka mal etme Mükremin Abi... Popülizm yapmak gibi ucuz bir yolu tercih edeceğine, “Ben spor medyasından tiksiniyorum” deseydin, bizleri yine rencide ederdin ve elbette seni bağrımıza basmazdık, ama nefret de etmezdik. Duygularını dürüstçe dışa vurduğun için de saygı duyardık. Unutma! Saygınlık için, “herşeye sahip olmak” değil, önce “olmak” gerekir... Basın bülteni! Dünyanın en popüler sporlarından biri olan teniste, bir kızımız güneş gibi parlıyor. Yıllardır hasret kaldığımız bir tenis yıldızına kavuşmak üzereyiz. İpek Şenoğlu, puan toplamak için yeryüzünün her köşesine giderek uluslararası turnuvalarda mücadele veriyor. Geçen yıl ABD Açık’ta korta çıkarak “Grand Slam” de mücadele eden ilk Türk tenisçisi olan Şenoğlu, geçen hafta da sezonun ilk Grand Slam’i Avustralya Açık’ta sınav verdi. Ancak gelgelelim, İpek’in bu önemli sınavını biz medya mensupları babası Doğan Bey’in gazetelere geçtiği elle yazılmış faksla okurlara duyurabildik. Ortada bir Tenis Federasyonu var. Üstelik özerk. Bir Türk kızının “Grand Slam”deki mücadelesini takip etmeyecek, basına ve kamuoyuna duyurmayacak kadar duyarsız, kayıtsız. Teniste neden bu kadar geride olduğumuzun cevabı gayet açık, öyle değil mi?

YORUM YAZ