MENÜ

Arka Bahçe

Abone Ol Google News
Haberin Devamı

Aynadaki yabancı Varoluşçuluk akımının öncülerinden Cezayirli düşünür Albert Camus’nun başyapıtı “Yabancı”nın kahramanı Mersault, annesinin, yaşlılar yurdundan gelen ölüm haberini şöyle karşılar: “Bugün annem ölmüş, emin değilim... Belki de dündür!..” Romanın kahramanı, öylesi bir nihilizmin (hiççilik) içine gömülmüştür ki, hayattaki en önemli varlığı annesinin ölümü karşısında bile kayıtsız kalabilmektedir. Camus, sonradan bir konuşmasında bu olayı şöyle yorumlar: “Bugün toplumumuzda annesinin cenazesinde ağlamayan herkes ölüme mahküm edilme riski içindedir.” Bu sezon sinemalarda gösterilen Colletral filminde de kiralık katil rolündeki Tom Cruise, modern toplumun duyarsızlığını, bir başka deyişle yabancılaşmasını şöyle eleştirir: “Bir gün bir adam bir metroya biner ve oturduğu yerde kalp krizinden ölür. Metroda öylece altı saat boyunca yolculuk yapar. Yanına onlarca insan oturur, kalkar ve kimse adamın öldüğünü farketmez!” Duyarlılık, bir insanı insan yapan değerlerin başında gelir. İnsanlığın, insan olmanın başkoşuludur neredeyse. Toplumsal barışın da... Geçmişte Türk toplumunun en önemli hasletlerinden biriydi duyarlılık. Organizmanın bir yerinde açılan yara, diğer unsurlar tarafından derhal sarılırdı. Ama bugün duyarlılık da eriyen, kaybolup, yokolan diğer değerlerimizin arasına karıştı. Gelişen teknolojininin büyük bir hızla bireyciliğe ittiği toplumumuz, bu dönüşümü geçirirken, belki köylülükten arınıyor ama bedelini de ağır bir yabancılaşma buhranıyla ödüyor. Köyle - kent arasına sıkışan ve ne köylü kalabilen, ne de kentli olabilen kitleler, kendi özgün kültürünü yaratamadığı gibi, geleneksel kültürün olumlu yanlarından da birer birer sıyrılıyor. Ve ortaya ne idüğü belirsiz bir “kalabalık” çıkıyor. Kendine, geçmişten miras kalan etik anlayışına, evrensel değerlere alabildiğine yabancılaşmış, sevgisiz, saygısız, duyarsız, bencil, barbar ve lümpen bir çoğunluk... Çok değil, bundan 5 yıl önce ülkemizin batısını vuran 7.4’lük depremi yaşayan, ağır bedeller ödeyen bir toplum olarak yeryüzünün bize uzak bir köşesinde yaşanan korkunç trajediye bu kadar kayıtsız kalabilmenin başka bir izahı var mıdır? 1999’da, başta komşumuz Yunanistan olmak üzere, dünya yardımımıza koşmasaydı, bu kadar kısa zamanda ayağa kalkabilir miydik? Bugün, Güney Asya depremine kayıtsız kalan bir ülke olarak, yarın başımıza gelmesi muhtemel bir felakette elimizden tutacak bir el aramaya hakkımız var mı? Bizi, tüm dünyanın seferber olduğu bir dehşete bu kadar kayıtsız bırakan, yardım kuruluşu vur patlasın çal oynasın göbek atan bir topluma dönüştüren nedir acaba? Bizi bu hale getiren kimdir, kimlerdir? Bizi biz olmaktan çıkaran hangi güçtür, nasıl bir travmadır? Asil davranışıyla, şampiyonluğun yalnızca yarış kazanmak olmadığını tüm spor dünyasına bir kez daha ispatlayan Formula 1’in yaşayan efsanesi Alman Michael Schumacher’in tek başına 10 milyon dolar katkıda bulunduğu bir yardım kampanyasında, 70 milyon olarak 250 bin dolarda kalmak, bölge liderliğine soyunan bir ülkeye yakışıyor mu? Yeryüzünün en köklü medeniyetlerine beşiklik eden Türkiye’nin, bir Schumacher kadar olamaması sizin de içinizi acıtmıyor mu? Ülkenin diğer kurum ve kuruluşları gibi kısır çekişmelerle birbirini yiyen Türk futbolunun, bir kaç cılız çağrı üzerine bir yardım turnuvası düzenlemeye karar vermesi yeterli midir? Ki, o turnuvada elde edilecek gelir de, seyircinin ve yayınlanırsa, yayıncı kuruluşun cebinden çıkacak. Dünyanın her yerinde spor sahalarının yıldızları, tsunamizedeler için seferber olurken, bizim sporcularımızdan neden çıt çıkmamaktadır? Sporcular, spor adamları, yöneticiler, esnaf, memur, işçi, işveren... Her kim ve her ne isen... Yalnız başına kaldığında kalk, bir zahmet aynanın karşısına geç! Gördüğün sen misin?.. Fenerbahçe Cumhuriyeti! Türk sporundaki seçim heyecanı bütün hızıyla sürüyor. Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü’ne bağlı federasyonların ardından özerk federasyonlar da birer birer 4 yıllık yönetimlerini belirliyor. En son, geçtiğimiz hafta tenis ile basketbolda sandık başına gidildi. Her iki federasyonda da mevcut başkanlar iktidarını korudu. Elit insanların sporu tenis, bu özelliğinden dolayı içine kapanık bir camia olduğu için gürültüsüz patırtısız seçimini yaptı. Ancak basketboldaki çekişme, neredeyse ülke gündeminin ilk maddelerinden biri oldu. Sonuçta Turgay Demirel, yaşanan bir yığın tartışmanın ardından az bir farkla da olsa Lutfi Arıboğan’ı geride bıraktı. Basketbol camiasında özellikle üst yapı düzeyinde çok eleştirilen Turgay Demirel’in yeniden seçilmesinde Fenerbahçe’nin ve bölgesel ligden gelen oyların büyük etkisi oldu. Sarı - Lacivertli Kulübün Başkanı Aziz Yıldırım’ın, seçim ortamında bölgesel lig temsilcileriyle tek tek ilgilenerek (!) oylarını yönlendirmesi, Demirel’e, kaybetmesi muhtemel bir seçimi yeniden kazandırdı. Kulislerde, futbolun patronunu belirlemedeki etkisi bilinen Aziz Yıldırım’ın, basketbol seçimine de bu kadar asılması, Fenerbahçe’nin “100. Yıl”ı olan 2007’ye yatırım yaptığı şeklinde değerlendiriliyor. Yıldırım’ın, iki yıl sonra her branşta şampiyon olarak “100. Yıl”ı tam bir şölene dönüştürmeyi hedeflediği, spor camiasında öteden beri dile getiriliyor. Atletizm, boks, kürek ve masa tenisinde de Fenerbahçe’nin desteklediği adayların seçilmesi, senaryoları doğrular nitelikte... Sarı - Lacivertli kulüp, bir tek yüzmede istediğini elde edemedi. Bunda da sutopu camiasına hakim olamayışı önemli etkendi. Çünkü yüzme şubesi bulunan Fenerbahçe’nin sutopu takımı yok! Ama o konu da, lehlerine sonuçlanacak gibi görünüyor. Yüzmeye gerekli ilgiyi göstermediği öne sürülen Haluk Toygarlı’nın dünkü istifasının ardından bu iki branşın ayrılması gündeme gelecek. O zaman, 11 Aralık’taki seçimde yüzmeyi kaybeden Fenerbahçe’nin, bu branşta istediği adayı yeniden seçtirmesi mümkün olacak. Yani zaman ve süreç Aziz Yıldırım’ın lehine işliyor. Güzel bir latife olarak ortaya atılan “Fenerbahçe Cumhuriyeti” kavramı gerçek olmak üzere! Zira Sarı - Lacivertli kulüp Türk sporunu eline geçiriyor!

YORUM YAZ