MENÜ

Arka bahçe

Abone Ol Google News
Haberin Devamı

Otomatik Portakal!.. Ünlü yönetmen Stanley Kubrick tarafından filme de çekilen ve bütün dünyada büyük yankı uyandıran Anthony Burgess’in kült romanı “Otomatik Portakal”da, dört kişiden oluşan çetesiyle geceleri Britanya sokaklarını terörize eden 15 yaşındaki Alex’in hikayesi anlatılır. Alex ve çetesi, genç - yaşlı, kadın - erkek demeden kıstırdıkları kurbanlarına her türlü şiddeti uygular, soygunlar yapar ve sonrasında da hiç bir şey olmamış, yaptıkları gayet doğalmış gibi “sütbar” adını verdikleri tuhaf bir mekana giderek kendilerini alkol ve uyuşturucunun kollarına bırakarak, nihilizm (hiççilik, dünyada hiç bir şeyin anlamı ve önemi olmadığına inanan felsefi akım) bataklığında kaybolurlar. Daha sonra bir cinayetten içeri giren Alex, bir grup bilimadamı tarafından geliştirilen iyileştirme programına tabi tutularak içindeki kötülüklerden arındırılır! Aslında bu, kurbanın yer değiştirmesinden başka bir şey değildir. Beşiktaş İnönü Stadı’nda Cihat Aktaş isimli 16 yaşındaki genci öldüren 24 yaşındaki Fatih Sözüer, Emniyet Müdürlüğü’nde verdiği ifadede, işlediği cinayeti şöyle anlatmış: “Cihat Aktaş bana omuz attı. Kavga çıktı. Bıçağımı çektim, rastgele salladım. Sonra yerime giderek bıçağı koltuğun altına attım ve maçı seyrettim.” Bu ifade karşısında kanı donmayan var mı? Gördünüz mü, her şey ne kadar basit! Bir genci öldürüyorsunuz ve sonra hiç bir şey olmamış gibi maç seyretmeye devam ediyorsunuz. Polis maç sonrası kapıları kapatıp, katili ararken, tribünde koro halinde şarkılar, türküler söylemenin, Fatih’in davranışından bir farkı var mı peki? Canlı yayında mikrofonda çınlayan güvenlikçinin kahkahaları ne anlama geliyor? Bu nasıl bir halet - i ruhiye, nasıl bir psikoloji? Bu nasıl bir travma? Nasıl bir cinnet hali? Burgess’ın Otomatik Portakal romanındaki Alex karakterinin, 21. Yüzyıl Türkiyesi’ne düşen izdüşümüdür Fatih Sözüer. Ve onun gibi binlerce Alex sokaklarda, mahallelerde, statlarda cirit atıyor, kendilerine kurban arıyor. Aslında kendilerinin de bu kahrolası düzenin birer kurbanı olduğunu bilmeden... Neyi paylaşamıyoruz? Farkında mısınız, ne kadar çok ucuz ve erken ölüm var... Karayollarında, sokaklarda, evlerde, kasabalarda, köylerde, mezralarda, meyhanelerde, kahvehanelerde, statlarda... Öfkeden, kinden, nefretten, hırstan, vurdumduymazlıktan, ihmalden, budalalıktan, cehaletten kaynaklanan bedava ölümler. Kelebek kadar yaşayan kelepir hayatlar... Hiç kimse tarafından önemsenmeyen yaşamlar... Oysa uzayın sonsuz boşluğunda insanoğlu nedir ki? Uçsuz bucaksız evrende belki bir kum tanesi bile olamayan yeryüzü nedir ki, insan ne olsun? Sahi biz neyiz? Bir toz zerreciği mi, su damlacağı mı? Yoksa sadece bir molekül mü, bir atom mu, bir nötron mu? Ya da bir ışık huzmesi mi? Neyiz biz? Gelmiş geçmiş milyarlarca insana ne oldu? Dünyayı ele geçiren Büyük İskender’e, İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmet’e, Asya’yı yağmalayan Cengiz Han’a, sarayları, hazineleri, cariyeleri olan krallara, padişahlara ne oldu? Nereye gittiler? Giderken ne götürdüler? Yanlarında kim vardı? Umutları, hayalleri, düşleri, zenginlikleri, kudretleri ne oldu? Onlar da birbirlerini kırmadılar mı? İhtirasları, iktidarları, egemenlikleri nereye gitti? Geriye ne kaldı onlardan? Bu evrende hepimize sadece bir nefeslik yer verilmemiş mi? Sonsuzlukta çakan bir kıvılcım değil miyiz, hepimiz? Bir çakıyoruz, bir kayboluyoruz; bugün yeryüzünde, yarın belki başka bir evrende, başka bir boyutta, başka bir zamanda... O halde neyi paylaşamıyoruz? Neden bu öfke, bu hırs, bu kin, bu nefret, bu vurdumduymazlık, bu aymazlık? Neden?.. Neden?.. Neden?.. DGM’lik futbol Ben ve benim kuşağım, gözümüzü terörle açtık. 1980 öncesi sağ - sol çatışmalarında çok canlar yitirdik, ağır bedeller ödedik. Savaşsız, sömürüsüz, özgür bir dünya özlemiyle politize olduk, örgütlendik. Başlangıçta isteklerimiz çok masumdu. Gençtik, toyduk, heyecanlıydık. Ve bizi pusuda bekleyen terör baronlarından habersizdik. Onların kucağına düştük. Gözümüzü kan bürüdü. Vurduk, kırdık, döktük. Beş bin can gitti. Anaların gözyaşları sel oldu. Kardeş kavgasına son vermek için postalların kışladan çıkmasını bekledik. Ama bitmedi. Terör sanki bu ülkenin kaderiydi. Önce ASALA çıktı, ardından PKK. Yine ölümler, yine acı, yine gözyaşı. Bu kahırlı toplum, onların da üstesinden gelmeyi başardı. Şimdi ise karşısında yeni ve tuhaf bir düşman var: Futbol terörü. Nedeni, niçini olmayan bir vahşet arenası. Bir hiç yüzünden birbirine düşman olan kitleler. Seyretmeye değil, ölmeye, öldürmeye giden gözü dönmüş fanatikler. Haziran ayında kendisine tarihinin en büyük gururunu yaşatan milli futbolcusuna eline ne geçerse yağdıran zavallı sürüsü. Çatışacak kimseyi bulamayınca gittiği stadın tuvaletlerini kırıp döken barbarlar. Yıllarca bu güruhu görmezden gelen güvenlik güçleri, savcılar sonunda nihayet uyandılar ve DGM’leri devreye soktular. Futbol teröristleri çete suçundan yargılanacaklar. Peki onların hamileri ne olacak? Onları besleyen, büyüten, palazlandıran yöneticilerin yanına kâr mı kalacak yaptıkları? Fikir adamlarının yargılanıp, hapis yattığı bu ülkede, stat anarşisini öven, teşvik eden, düşman olarak bellediği takıma köşesinde küfür ve hakaret yağdıran garabet spor yazarlarının görmezden gelinmesi hak mıdır? Futbol baronlarına da hesap soracak yürekli savcılar arıyorum. NOT: Bu yazı 12 Kasım 2002 tarihinde bu köşede çıkmıştır. Soruyorum, değişen bir şey var mı? Yorum sizin...

YORUM YAZ