Arena'daki hayalet

Haberin Devamı ›
3 dakikalık yürüyüş sonrası 4 dakika bekledikten sonra gelen pırıl pırıl metroya bindim ve 5 dakika sonra Seyrantepe istasyonunda indim.
Geniş yürüme yolları ile Seyrantepe metro istasyonu, Londra’nın yüz yıl önce yapılmış dar istasyonları yanında bir sanat eseri gibi duruyordu. Yine 4 dakikalık bir yürüme mesafesi sonrası bütün ihtişamı ile Türk Telekom Arena karşımdaydı. Güvenlik noktaları ve gişelerden geçip hemen koltuğuma oturmam ise toplam 8 dakikamı aldı. Yani İstanbul’un en çetrefilli trafiğinin olduğu Levent’ten stadyumdaki koltuğuma oturma yolculuğum yaklaşık 24 dakika sürdü.
Aynı yolculuğa Taksim’den çıksam yarım saatte yine koltuğumda oturur hale gelecektim demek ki. Benim gibi çocukluğunda bildiği tek yeraltı raylı yol Metro Han ile Karaköy arasındaki “Tünel” olan biri için bu hayal bile edilmeyecek bir ulaşım sistemiydi. Şimdiye kadar kullanmadığım için kendimi ayıpladım.
Türk Telekom Arena, iç mimarisi, akustiği, tribünlerin sahaya etkisi maksimize edilerek düşünülmüş inanılmaz bir stadyum olmuş. Henüz tamamlanmamış kısımlarına rağmen dünya çapında bir stadyum.
Galatasaraylı divan ve kongre üyelerinin ağırlıkta olduğu tribünde otururken, geçen hafta Erzurum’da son kez ziyaret ettiğim tesisler geldi aklıma, bu ülke ivmesini aldı sporda da gelişiyor diye düşünürken açılış töreni başladı.
Ne dedikleri stadyumda duyulmayan Simge Fıstıkoğlu ve Ali Kırca gecenin programını açıklamaya çalışırken, ‘Sayın Başbakanımız’ dediklerinde benim de bulunduğum tribün dahil birçok yerden ıslık ve yuhalama seslerini duyunca aklıma Dünya Basketbol Şampiyonası geldi ve nerede olduğumun farkına vardım.
Yani daha Başbakanımızın stadyuma gelmesinden, TOKİ Başkanı’nın konuşmasından saatler önce neler olacağı belli olmuştu. Açılış töreni mi yoksa okul müsameresi mi belli olmayan plansız ve programsız bir törende sık sık Adnan Polat’ın konuşmaları dev ekranlara verilerek mutsuz kitle daha da gerilmeye başladı. Ve bu gerginlik amatörce bir beceriksizlik ile körüklenerek, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’na karşı yapılan o insafsız ve vicdansız “demokratik” tepkiye kadar devam etti.
Etrafıma baktım, bu ülkenin başbakanını ıslıklayanlara, yuhalayanlara ve hiçbir şey yapmadan sadece bu durumdan keyif alanlara baktım, utandım.
Maç başlamadan yaklaşık 45 dakika önce ben de kalktım gittim o stattan ve o insanların yanından. Bir Beşiktaşlı olarak değil, bu ülkenin bir ferdi, Galatasaray forması giymiş bir sporseveri, Türkiye tarihini ve de Türk spor tarihini biraz bilen biri olarak orada daha fazla kalamazdım, kalmadım da.
Sonra televizyondan Adnan Polat’ın açıklamalarını izledim. “Olayın sorumluları” yani başbakanı ıslıklayanlar ve yuhalayanlar tek tek belirlenip artık maçlara alınmayacaklar türünden bir şeyler söylüyordu. Acemiliğin, beceriksizliğin ötesinde bir şeyler olduğunu düşünmeye başladım çünkü böyle bir uygulama ne Franco ne Mussolini döneminde bile olmamış bir olaydı. Başbakan’ın “Diktatör” ilan edilmesiydi bu. Başbakan, Arena adı verilmiş bir sahnede incelikle hazırlanmış bir senaryonun, kötü adamı haline getirilmişti farkına varmadan.
Sonra düşünmeye devam ettim. Ne yaptı Recep Tayyip Erdoğan? ’60 İhtilali sonrası Beşiktaşlı futbolcuların formalarına harf harf Cemal Gürsel yazdırılması gibi Galatasaraylı futbolculara Recep Tayyip Erdoğan isiminin mi yazdırılmasını istedi? Ya da “Milli Şef” gibi Atatürk’ün aziz naaşı parasızlıktan Anıtkabir’e 15 yıl defnedilemezken, Dolmabahçe Sarayı’nın karşısına 4 yılda kendi ismi ile stadyum mu yapmıştı? Yoksa Şükrü Saraçoğlu gibi hem başbakanlık hem de kulüp başkanlığını mı yapmıştı?
Gelişmiş her demokraside tepki olur, olmalıdır da. Islıklamak hatta yuhalamak bile bazen kabullenilebilir eylemlerdir ancak bir de insaf ve vicdan vardır biraz da unuttuğumuz terbiye sınırları ve ananeler, tüm bunlar olmayınca “demokratik” tepkinin ölçüsü ve seviyesi onu gösterenler ile eş değer hale gelir, yerlerde sürünür. Cumartesi gecesi beyaz yakalı monşerlerin protestolarına ve halkın içinden Ultraslan’ın olumlu tavrına bakınca Türkiye’yi daha iyi anlıyorsunuz.