MENÜ

Demirören (yine) yumurtayı dik tutabilecek mi?

Abone Ol Google News

Ne yazık ki yıllardır dövülerek şekil alan Türk futbolunun kangren olmuş 3 temel sorunu oldu.

Haberin Devamı

Birincisi hepimize büyük acılar yaşatan tribün terörü.

İkincisi hepimizde bir travma oluşturan ve Türk futbolunda tsunami etkisi yaratan “şike” süreci.

Üçüncüsü de yıllardır hepimizin ağzına pelesenk olmuş “kulüpler batıyor, acil kulüpler yasası çıkmalı” sözlerinin işaret ettiği kulüplerimizin borç sarmalına düşmesi ve komik bir şekilde bunu da sadece bir yasayla düzeleceği inancına sahip olmamızdı. Tabii daha alt yapıdan oyuncu yetişmemesi, hakemlerin profesyonelliğe geçişi ve VAR sisteminin hayata geçmesi gibi önemli ama daha alt başlıkta ele alınması gereken sorunlar da yıllardır gündemimizde oldu.

Ama en temel önemli 3 sorunumuz oldu her zaman.

TFF’ nin İçişleri ve Gençlik ve Spor Bakanlığı ile yaptığı üst düzey çalışmalar sayesinde artık tribün terörü bugün ülkemizde minimum seviyeye inmiştir. Ara sıra meydana gelen olaylar da münferit hadiseler olarak değerlendirilebilir ve bunlar da normaldir. Unutmayalım 1980’lerden itibaren tribün terörü ile en büyük mücadeleyi en katı şekilde vermiş İngiltere’de dahi halen yılda ortalama 3000 taraftar için sahalardan men cezası veriliyor. Dolayısı ile bu bir süreç ama artık karamsar hava dağıldı tribünlerde. Eskiden “kötü taraftar iyi taraftarı kovardı”, bugün ise artık durum tersine dönmüş durumda. Alınan önlemlerle kötü taraftarlar artık stat dışına itilmiştir.

Haberin Devamı

Gelelim yazının başlığını da oluşturan 2011’li 2012’li yıllara…

2011 yılında ki “Şike yasasının” ardından yaşananlar. Kulüp başkanlarından menajerlere futbolculara kadar uzanan tutuklamalar, kulüplerimize UEFA’dan verilen men cezaları, asırlık kulüplerin küme düşme tehlikesi yaşaması derken gerçekten sadece Türk futbolu değil tüm ülke bir travma yaşadı. 7 aylık görevinin ardından Mehmet Ali Aydınlar’ın TFF Başkanlığı’ndan ayrılmak zorunda kalması üzerine aynı zamanda Kulüpler Birliği Başkanı ve Beşiktaş Kulübü Başkanı Yıldırım Demirören TFF’ nin başına geçtiği günlerdi. Tekrar o günlere dönmek istemiyorum ama o zamanki travmayı ve hepimize düşen ümitsizliği de unutmamak lazım. Bunu “Futbol Büyük İskender'ini arıyor” yazımda belirttiğim ve teması “Gordion Düğümü” ne benzettiğim Türk futbolunun sorunlarının çözümünü Makedonyalı lider İskender'in hikâyesiyle anlatmıştım. Kimsenin çözemediği düğümü İskender kılıcıyla kesmişti. Karmaşık görünen sorunlara bulunan kolay ve kestirme çözümlere örnek olarak İskender'in kılıcı bir sembol olmuştu.

O zamanlar bu sorunun çözümünde kamuoyu da doğrusu ne Demirören’den ne de yönetiminden pek ümitli gözükmüyordu. Ülke de herkesi bir kasvet sarmıştı. Konuya dönemin Başbakanı olarak Cumhurbaşkanımız da dâhil olmak zorunda kalmıştı.

Ben de işte o sıralarda “Demirören yumurtayı dik tutabilecek mi?” başlıklı bir yazıyı artık tarihin sayfalarına karışmış Habertürk Gazetesi’nde ki köşemde kaleme almıştım. Başlığı, içeriği ve içinde ki hikâyesiyle belki de 10 yıllık yazarlık hayatımda en çok ilgi gören yazım olduğunu söyleyebilirim.

Yazımın girişini bu kadar uzun tutmamın nedeni TFF Başkanı Yıldırım Demirören ile Bankacılar Birliği Başkanı Hüseyin Aydın’ın kulüpleri borç batağından kurtaracak düğümü çözecek hamleleri başlatmasına değinmek için.

Haberin Devamı

Burada en önemli nokta sadece düğümü kesmekle kalmıyorlar sorunu da çözecek bir modeli ve iradeyi de ortaya koymak istiyorum. Tabii futbol kamuoyunun genel ekseriyetinde büyük bir ümit ışığı yaratmış olmakla beraber halen naftalinli kafalarda da bu sorunun çözülemeyeceği kanaatini de görüyorum. Ne zaman bu ülke bir konu da çözüme gidecek bir adım atsa hemen dolambaçlı yollardan süreci baltalamak için hurafe gibi dedikodular piyasaya sürülüyor. En saçması da kulüplere kayyum atanacak iddiaları. Hâlbuki aynı kişiler hep bir ağızdan yıllardır “kulüpler battı, federasyon ve devlet müdahale etsin” diye içeriği belli olmayan ilkel söylemler üretmiyorlar mıydı? Sanki UEFA, devletin müdahalesine izin verecekmiş gibi bunları söylüyorlar.

Yine bir ümitsizlik, karamsarlık ve şüphe.

İşte o yüzden şu yumurtayı dik tutma hikâyesini tekrar anlatmak istiyorum.

Bakın tarihin en büyük kâşifin başından geçen öyküsüne.

“Kristof Kolomb, bir akşam vakti, İspanyollar arasında yemek yiyor. Misafirlerden çoğu, Kolomb'un şöhretini küçümsüyordu. Yemek arasında söz Amerika'nın keşfinden açılınca, içlerinden biri, yüksek sesle: "Oraları keşfetmek zor bir iş değil" dedi. Kolomb, bu söze karşılık bir şey demeden eline bir yumurta aldı ve masanın yanında oturanlara dönerek: "İçinizden hanginiz bu yumurtayı dik olarak dengede tutabilir?" diye sordu. Herkes bunu denedi, fakat hiçbiri başaramadı. O zaman Kristof Kolomb yumurtayı aldı, ucunu tabağın üstüne hafifçe vurarak yassılaştırdı ve yassı kısmını tabağa yerleştirdi. Elini yumurtadan çektiği halde, yumurta dik vaziyette dengede duruyordu. Hepsi bağırarak: "Bu zor bir iş değil ki!" dediler. Kolomb gülerek; "Doğru... Bu zor bir iş değil. Zor olan, bunu düşünebilmektir" dedi.

Haberin Devamı

Bakalım Demirören de, Kolomb gibi yumurtayı dik tutabilecek kolay ve kestirme bir çözümü bulabilecek mi?

İşte tarihin ve hayatın gerçekleri; Kolomb, Hindistan'a gitmek üzere yola çıkıp Amerika'yı keşfetti. Sonra da Amerika'yı yeniden keşfetmenin anlamı kalmadı. Demem o ki, hem denemeden sonucu görülebilecek ya da çıkışa varan kolay bir yol yok hem de güçlü bir desteği arkasına alıp elini taşın altına sokanları kestirmeden kestirip atmadan, destek olmaktan başka bir çare...”

2012 Mart ayında bunları yazmışım. Daha sonra ki süreci hepimiz biliyoruz…

Türk futbolu sancılı süreçlerden geçerek bugünlere kadar geldi. Demirören’in yumurtayı dik tutması ile travmadan çıktık ama hala bekleyen yapısal sorunlarımız olduğu da ortada. Bunun gizlisi saklısı da yok zaten. Bunların en önemlisi ve acil olanı da kulüplerimizin 10 milyar liranın üzerinde artık döndürülemez ve sürdürülemez hale gelen borçları var. Bugüne kadar Kulüpler Yasası dışında bir çözüm önerisi getiremeyen futbol aktörleri için Demirören ve Aydın’ın ürettiği formülü post modern bir çözüm olarak görüyorum. Hem devletin içinde hem de dışında olduğu bir model bu. Her konuyu yasayla çözmeye çalışan ülkemizde farklı bir bakış açısı olduğunu düşünüyorum bu çözümün. Çünkü devlet girdiği yere züccaciye dükkânına giren bir fil gibi olabilir. Ortalıkta ne var ne yoksa yıkabilir. Şike yasası sürecinde de son 40 yıl süreyle kimlerin hangi demeçleri vererek yasa çıkması isteğini derleyen bir çalışma yapmıştım. Gün geldi yasa çıktı ne oldu kolluk kuvvetleri futbolun içine girdi. Dolayısı ile de yıllarca devlet tarafında bu konularda çalışan birisi olarak Kulüpler Yasasına hep şüpheyle yaklaştım. Ve bunu da yazılarıma taşıyarak ortalıklarda dolaşan tasarının felsefesinin ve yaklaşımının doğru olmadığını anlatmaya çalıştım. Çözüm futbolun içinde olmalıydı. Kulüpler yasası ile devletin yapabileceği tek şey olabilir. Paslanmış menteşelere yağ sürmek. O da kulüp yöneticilerinin kendi dönemleri ile ilgili borçlanmasına ilişkin sorumluluk getiren tek maddelik bir yasa.

İşte bu yüzden geldiğimiz noktayı borç sarmalından kurtaracak bu yaklaşımı post modern bir yöntem olarak görüyorum. Fransızların spor yönetiminin temel felsefesini oluşturan en temel cümle “devlet federasyonların özerkliğine ve bağımsızlığına müdahale etmeksizin nüfuz eder”. Demirören / Aydın işbirliğinin içinde devletin olmaması mümkün değildir, ancak devlet futbolda ki krize bu kez müdahale etmemiş post modern bir yaklaşımla nüfuz ederek çözüm üretmeyi arzulamışlardır. Zaten medyada Cumhurbaşkanı ile Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın açık desteğinin de olduğunu görüyoruz. Aksi de düşünülemezdi. Siyasetçiler de toplumun için de yaşayan kişilerdir.

Yıllar önce Rahmetli Özal’a “bir Başbakan olarak niçin bu kadar futbolla ilgileniyorsunuz” diye sorarlar. O da şu cevabı verir. “Ben bu toplumun Başbakanı değil miyim? Onların mutluluğu, öfkesi benim de problemim değil mi? Statlardan mutlu ayrılan ve üzüntülü ayrılan, hayal kırıklığı yaşayan her taraftarın konusu beni de ilgilendirir, çünkü ben de bu toplumun Başbakanıyım”.

Hatırlayın Özal futbolun ilk özerk yasasını çıkaran, Türk futbolunu toprak sahalardan çamurdan kurtaracak hamleleri yapan çim bu felsefe ve yaklaşım üzerine hayata geçirdi. Bugün de Erdoğan ve Albayrak bir türlü çözülemeyen ve Türk futbolunu saran borç kanserinden kurtarmak için yasa dışında bir çözümü hayata sokacak iradeyi ortaya koymuşlardır. Demirören de bana göre yumurtayı bir kez daha dik tutmayı başararak Türk futbolunda ki her basamağı cehennem ateşi gibi yanan sorunları tek tek çözebilmiş ve Türk futbolunun liderlik merdivenine yükselmiştir. Aslına bakarsanız büyük bir riskin de altına girmiştir. Sürecin başarılı ya da başarısız olması da gelecekte Demirören’in liderliğinin seviyesini de belirleyecektir. Dolayısı ile cayır cayır yanan kestaneleri eliyle toplamaya çalışıyor. Bu ön alma, sorunların arkasına sığınmak değil sorunların üzerine gitme cesareti bence bir liderlik tavrıdır.

Bundan sonra daha birçok değişiklik olacak.

Mesela tüm spor bakanlarının her daim çıkaracağız dediği ama bir türlü çıkmayan kulüpler yasası da gündemde daha farklı bir şekilde yerini alacaktır. En azından mevcut Gençlik ve Spor Bakanımız Mehmet Kasapoğlu selefleri gibi bu konuyla muhatap olmayacaktır.

Ve artık zengin başkan modelinden bir mesih gibi gelecek tüm borçları bir gecede çözecek mucizevi başkan arayışları yerine becerikli, ekonomi yönetimini bilen kulüplerin gelirlerini arttıracak özel projeleri hayata sokarken gider dengesini de sağlayacak CEO dönemlerinin de temeli atılmış oldu. Kulüplerde profesyonel marketing elemanları daha çok önem kazanacak. Aynı zamanda bu süreç alt yapıdan oyuncu yetiştirmenin çok önemli olduğunu ortaya koyacak ve kulüplerimiz daha çok alt yapıya önem verecektir. Süper Lig takımlarında Türk futbolcularını mücadele ederken görmek istiyorsak bunun tek yolu alt yapıları güçlendirerek Türk oyuncularının uluslararası arena da mücadele edecek seviyeye getirmekle olur. Ondan sonra sıra yabancı kuralına gelebilir ancak. Bir aşamayı tamamlamadan diğerine geçemeyiz.

İşte bu süreç aynı zamanda kulüplerimizin de yeniden yapılanmalarının yolunu açacak ve eski alışkanlıklardan vazgeçilecektir.

Türk futbolu yeniden take - off pozisyonuna geçmiştir.

PLASEBO ETKİSİ

Bu aslında ekonomik bir konu. İster dernek statüsünde ister şirket statüsünde bile olsa kulüplerin faaliyetleri bir futbol endüstrisinin bir parçasıdır. Dolayısı ile de konu teknik, oyuncu, hakem ve transferden daha çok futbol ekonomisi veya futbolun ekonomisi olarak adlandırabileceğimiz bir konudur. Türk futbolunda borçların yeniden yapılandırması söylemi dahi pozitif bir etki yaratacaktır. Adeta futbol ekonomisinde bir plasebo etkisi yaratacaktır.

Plasebo: Yoklukla gelen varlık. Beynin inandığına bedenin de inanması bir anlamda. Aldığımız bir ilaç-diyelim ki içinde şeker var, lakin biz mide ağrılarına iyi geldiğini zannederek yutuyorsak, midemize (bünyemize) faydalı olabiliyor hakikaten.

Bunun tersi ise "nosebo". Latince "zarar vermek" fiilinden geliyor. İnsan kullandığı ilacın ya da tedavinin kendisine kötü geleceğini düşündüğü andan itibaren ondan zarar görüyor. Beyin bir kez daha bedenden önde gidiyor. Doludizgin. Yani kötümserlerin kendilerine verdikleri zararın haddi hesabı yok.

Mesela Türkiye yıllardır IMF ile anlaşabileceği havasını plasebo etkisi gibi kullanıyor. Giderek artan bütçe açığına ve kamu kesimi borçlanmasına bakarak kamu maliyesinde eski sorunlu günlere dönüleceği korkusunu bir anksiyete haline getiren piyasaları yatıştırmak için IMF ile anlaşılacağı izlenimi yayılarak yaratılıyor bu plasebo etkisi.

IMF ile anlaşma olacağı haberini alan piyasalar tıpkı gerçek ilaç aldığını sanan hastalar gibi kendini daha iyi hissediyor. Bu etkiyi bozabilecek olan tek şey IMF’nin böyle bir anlaşmanın söz konusu olmadığı biçiminde yapacağı açıklama. Ama onlar da oyunu bozmuyorlar ve plasebo etkisine destek oluyorlar. Yine aynı şekilde Amerika ile ilişkilerimiz siyasi ve diplomasi alanında iyileşse ekonomimiz de bu iyimser havadan olumlu olarak etkilenmiyor mu? Konu aslında biraz da psikolojik ve beynimizde.

Ekonomide beklentilerin önemli olduğu 1930’larda Keynes’le birlikte anlaşılmış bir konu. Buna karşın beklentilerin en az gerçekleşmeler kadar etkili olduğunun kavranması çok daha yeni zamanlarda oldu. “Beklenti neyse gerçekleşme de o yönde olur”. Kanser gibi kulüplerimizin hücrelerine yayılmış borç sarmalından kurtulma beklentimiz ne kadar ümit var olursa o kadar daha kolay çözüme ulaşırız. Yönetilemez ve sürdürülemez yapıların kırılması sadece tek bir ilaçla olmaz. Beyinlerimizin de buna olumlu tepki vermesi gerekir.

Harvard Üniversitesi web sitesinde "Plasebo Çalışmaları" nı anlatırken düşündürücü bir ifade kullanılmış: "Hayal gücünün, güvenin ve umudun kudreti!" Üçü de ne kadar güç veriyor insanlığa: hayal gücü, güven ve umut.

İşte Demirören ve Aydın’ın ortak yayında yaptığı açıklamalarda ben kendi adıma bu 3 şeyi de gördüm:

Hayal gücü, güven ve umut…

FUTBOLA DA MALİ KURAL GEREK

Biliyorum geçmiş yazılarıma çok fazla sayıda atıfta bulundum ancak görüşlerimin bugün değil yıllar önce de aynı şekilde olduğunu ve uzun yıllar kamu tarafında da bu konularda çalıştığımı belirtmek isterim. O zamanlar ne Demirören TFF Başkanı idi ne de Aydın Bankalar Birliği Başkanı idi. 28 Mayıs 2010 yılında “futbola da mali kural gerek” yazımda yazdıklarımı bugün yapılan açıklamalar çerçevesinde okumak daha anlamlı hale gelmiştir.

“Mali kural ile iş dünyasının özlem duyduğu, ekonomiye uzun vadeli bakış açısı ve yol haritası ortaya konulması hedeflenmişken, kulüplerimizin de uzun vadeli projeksiyonlara ihtiyacı olduğu kaçınılmaz. Devlet kendi mali disiplini için kendisini bağlarken, herhalde kimse dernekler statüsüyle yönetile(meye)n ve 1.5 milyar doları aşan borcu olan kulüpleri, kulüplerine pranga vuran başkanları böyle başıboş bırakamaz.

Futbolda mali disiplin demek, kulüplerin bütçe açığı verme hastalığı da denilebilecek problemi gidermek için bir disiplin getirmek, aşırı borç stokunun büyümesini engellemektir. Aksi halde nelerle karşılaşacağını peşinen kabullenmektir.(aşırı borçtan yani bütçe açığından dolayı puan silme, kayyuma devretme ve küme düşme.)

Bunu yaparken disiplin ile sınırlama arasındaki fark da dikkate alınacaktır. “Her koşulda tartışmasız tasarruf” ve “her koşulda bütçe disiplini” bağnazlığı da doğru bir yaklaşım değildir. Çünkü mali kural, disiplin ile esnekliği birleştiren bir yaklaşımdır. Bu durum kulüpler için de geçerlidir. Mali kuralın 4 temel ilkesi sanki kulüplerimiz için kaleme alınmış: Basitlik, doğruluk, saydamlık ve hesap verilebilirlik. Mali kural Avrupa Birliği’nin, futbolda da mali disiplin UEFA’nın temel ilkelerinden biridir. Demirören ve Aydın’ın başlattığı süreci de bir mali disiplin olarak adlandırabiliriz. Dayanaksız sala binmiş giden kulüplerimizin bu gelişmeleri ne kadar takip ettiği bilinmez ama sürdürülemeyen borçlar yüzünden hem “hamlesizlik” hem de “zaman sıkıştırması” içerisine girmiş olan yöneticilerimizin de artık kulüplerini sağlıklı bir yapılanma modeline hazırlamaları kaçınılmaz.

İLACIN DOZAJI

Yazıma ikinci bir başlık koymak imkânım olsaydı kesinlikle “Türk reçetesiyle çözüm” olurdu. Yalnızca birileri mutlaka acı ilacı içeceği ortada iken bu çalışma konusunda bütün kesimlerin ortak ve yoğun arzusu bende hem umut uyandırıyor ama aynı şekilde de şüphe doğuruyor olsa da burada ki en önemli konu; adeta tahta barakaya benzeyen ve dizginsiz ırmak gibi akan kulüplerimizi iyileştirecek ilacın bulunmasında, ama dozunun da ayarlanmasında. Ne demiş dünyaca ünlü İsviçreli hekim Paracelsus; "Her madde zehirdir, zehirli olmayan yoktur. Bir maddenin zehirli olmamasını sağlayan dozudur." Benim gözümde, can çekişen kulüplerimize can suyu verecek iddiası ile ölüm döşeğindeki hastaya verilecek ilaç ve dozu aynıdır. Bu nedenle, Demirören ve Aydın ilacın dozunu ayarlayan hekim gibi dikkatli ve hassas olmalıdır. Bence ikisinin işi herkesten daha zor. Şike sürecinde yaşadıklarımızı aklımızdan çıkarmadan, hastayı iyileştireyim derken dozunu kaçırmayalım…

Bu yüzden ‘yasasız çözümü’ çok önemli görüyorum…

Şimdi hepimize düşen görev de günah keçileri yaratmak değil ayağa kalkmayı başarabilmek zamanıdır. Demirören ve Aydın; Kennedy’nin dediği gibi “her bedeli ödeyecek, her yükü çekecek kadar” bu işin içine girdiler.

Demem o ki, hem denemeden sonucu görülebilecek ya da çıkışa varan kolay bir yol yok, hem de güçlü bir desteği arkasına alıp elini taşın altına sokanları kestirmeden kestirip atmadan, destek olmaktan başka çare…

İSPANYA NE YAPMIŞTI?

Süreçte ortalarda başarısız bir İspanya örneğinden bahsedilir. Uzun yıllar önce buna benzer bir çözümü hayata sokmaya çalışmış ama başarılı olamadığı yazılıyor çiziliyor. Ama unutmayalım, aynı İspanya ülkenin büyük ekonomik krize girdiği dönemde Kulüpleri de stres testine sokmuş ve 2010 yılında İspanya hükümeti futbol kulüplerine “720 milyon Euro tutarındaki vergi borcunuzu ödeyin talimatı vermiş, bunun yanında futbolcu ücretlerinin kısıtlanmaması ve 3,5 milyar Euro’luk borçlarının takvime bağlanmaması halinde, kulüplere transfer yasağı getirilmesini kararlaştırıyor. Hükümet öncelikle bunu İspanya Futbol Federasyonu’nun yapmasını aksi halde yasa değişikliği ile bunu sağlayacaklarını söylüyor. Yani İspanya hükümeti kriz anında dahi sisteme müdahale etmeden futbol içi bir çözüm bulunmasını istemiştir. Bugün de biz de yaşanan süreci İspanyollar 9 yıl önce yaşamışlar ve bugün İspanya futbol ekonomisi sürdürülebilir hale gelmiştir.

YORUM YAZ