MENÜ

Arka Bahçe

Abone Ol Google News
Haberin Devamı

Bir insan yarat bir dünya kur! Hayatın kaç yüzü vardır? Kaç köşelidir, kaç yüzeylidir? Kaç çeşittir, kaç renktir? Siyah mı, beyaz mı, kırmızı mı, mavi mi, sarı mı, turkuaz mı? Hepsi mi, hiç biri mi? Yoksa sadece gri mi!!? Kaç renktir hayat? Ve bizler hangi renge aitiz, ya da hangi renk bize aittir? Hangi rengi, hangi yüzü, hangi köşeyi seçeceğimizi biz mi belirleriz, yoksa birileri belirler de, bize sunar mı? “İşte senin rengin, işte senin hayatın bu” der mi, birileri... Yoksa, “Ben şu rengi, şu yüzü, şu hayatı istiyorum” diyerek biz mi ısmarlarız, doğayı yöneten, dengeleyen güçlerden... Nasıl bir hayat yaşayacağımıza biz mi karar veririz; yoksa kendimiz, kendi hayatımız hakkında verilen kararları mı uygularız sadece... Oyuncu muyuz, yönetmen mi? Kendi hayatımızın efendisi miyiz, efendilere sahip kul-köle mi? Kul-köleysek; kendi aklımızı, irademizi kullanmaktan yoksunsak, zaten yapacak bir şey yok! Bu türe girenler, kazanırlarsa, kendileri kazanır! Kaybederlerse, başkaları kaybettirir! Onlar hep masumdur! Lakin kendi yaşamımıza hükmedecek akıl, zeka, irade, bilgi ve donanıma sahipsek; o zaman nasıl bir insan olduğumuz, nasıl bir hayat yaşayacağımıza bağlıdır. Hayatı yalnızca kendimize ait bir nesne, eşya gibi mi yaşamalıyız? En güvenli, en risksiz yolu seçerek yaşamın nimetlerini, sırf kendi ihtiyaçlarımızı doyurmak için mi kullanmalıyız? Yani varlığımızı hayattan hep almak, hayata borçlanmak ve borçlu gitmek üzerine mi kurmalıyız? Yoksa sahip olduklarımızı doğanın ve insanlığın hizmetine sunarak, alacak-verecek hesabını hayatın borç hanesine mi kaydetmeliyiz? Hiç bir zaman geri dönmeyecek olan borç... Gönül borcu gibi... Karşılığı olmayan bakiye gibi... Gibi ama, hayatın en anlamlı yüzü, köşesi, rengi, hazzı da budur işte... Almaya çalışmadan vermek. Karşılığını beklemeden elindekini sunabilmek. İkram etmek. Bağışlamak. Paylaşmak. Maddi-manevi varlığını bir şeye, bir kimseye, bir misyona adamak. Tıpkı Ahmet Ağaoğlu gibi... Silivri’nin kıraç köylerinde yetişen kavruk çocukların elinden tutarak, onları Avrupa çapında golfçü yapan Ağaoğlu gibi... Manevi çocukları Akdeniz Oyunları’nda şampiyonluğu kılpayı kaçırıp, ikincilik kürsüsüne çıktığında, gurur gözyaşlarını biz görmeyelim diye içine akıtan Ağaoğlu gibi... O çocukları sadece iyi birer sporcu olarak değil de, kendilerine, topluma, insanlığa faydalı iyi bir insan olarak yetiştirmek için eğitiminden, sosyal ihtiyaçlarına kadar tüm giderlerini üstlenen, onlara hem başkan, hem eğitmen, hem baba olan Golf Federasyonu Başkanı Ahmet Ağaoğlu gibi... Ahmet Ağaoğlu, çorak topraklara bereket getiren bahar yağmurları gibi, önce Silivri’nin üstüne yağdı, ardından Erzurum, Kars ve Ardahan’da kurumaya yüz tutan fidanlara can kattı. Sihirli ellerini, golfçü yapmak için o köylü çocuklarına dokundurduğunda, yalnızca geleceğe umutla bakan sporcu ordusu keşfetmedi, onları aynı zamanda cehaletin kör kuyusundan da kurtardı. Onlara hayat verdi. Önlerine yeni ufuklar açtı, yeni fırsatlar sundu. Varlığından hiç bir zaman haberleri olmayacak bambaşka bir dünyanın kapısını ardına kadar açtı, yağız Anadolu gençlerine... O kapıdan içeri girmelerini sağladı. Bir insan, bir dünyadır. Bir insan yaratmak, bir dünya kurmaktır. Ahmet Ağaoğlu, aydınlık yarınlar bahşettiği yoksul köylü çocuklarını adeta yeni baştan yaratıyor. Yeni dünyalar kuruyor. Dünyalar onun olsun... Armstrong yalnız pedal basmıyor Ders veriyor... Tüm insanlığa, tüm sporculara... “Şampiyon olmak kolay, ama önemli olan önce insan, sonra şampiyon olabilmektir” felsefesini beyinlerimize nakşediyor. İnsan olmanın erdemlerini sergiliyor, Fransa’nın birbirinden zorlu parkurlarında... Bastığı her pedal onu yeni zaferlere taşırken, rakiplerine karşı sergilediği zerafeti onu ölümsüz sporcuların buluştuğu “İdea”nın zirvesine biraz daha yaklaştırıyor. Lance Armstrong, bastığı her pedalda, kazandığı her etapta yalnız kanseri yenmiyor, yalnız rakiplerini geçmiyor, aynı zamanda hayatlarımızı toz dumana boğan, “Kazan da, nasıl kazanırsan kazan” anlayışını da yerle bir ediyor. Geçen yıl, yere düşen en büyük rakibi Alman Jan Ulrich’i bekledi, etabı bitirmek için. Bu yıl da, yere düşerek zaman kaybeden ABD’li David Zabriske’nin hakkı olduğu gerekçesiyle sarı mayoyu giymek istemeyen Armstrong, doping ilaçlarının, şikelerin, teşvik primlerinin üzerine bir kara bulut gibi çoktüğü spor dünyasının ışığı oldu. Armstrong, özellikle ülkemiz sporcuları tarafından tekrar tekrar okunması gereken bir klasik romandır. Armstrong, spor okullarına heykeli dikilmesi gereken bir fenomendir. Armstrong, kendilerine idol arayan çocuklarımıza ezberletilmesi gereken bir şiirdir, şarkıdır, bestedir... Armstrong’u iyi anlamalıyız... Onun davranışlarını çok iyi algılamalı, çok iyi özümsemeliyiz. Onun felsefesini, dünya görüşünü, ipek bir gömlek gibi ruhumuza giydirmeliyiz... Ve hepimiz çocuklarımızı birer Armstrong olarak yetiştirmeliyiz. Sporumuz için, gelecek için, ülkemiz için... NOT: Yıllık iznimin bir bölümünü kullanacağım için “Arka Bahçe”yi bir müddet yayınlayamayacağız.

YORUM YAZ