MENÜ

Savaş yalnızca savaş

Abone Ol Google News
Haberin Devamı

Son bölüm dizimizde.
Savaşın yüzünün en karanlık yansıması.
Hikaye beni çok etkiledi.
İnternet ortamında buldum.
Yorumlayarak yazıyorum.
Spor yok,
Sanat yok,
Eğlence yok,
Gülüşler var ama yarım,
Bu savaşın gerçek yüzü.
İnanan bebelerin hikayesi bu,
Bugün gözünün içine düşen kirpikten dolayı üzüldüğümüz bebelerimize,
Ayakkabı markasını beğenmeyen evlatlarımıza,
Yemek beğenmeyerek farklı arayışı olan çocuklarımıza,
Belki hiç anlatılmamış bir yansıma.
Bir masal değil.
Tam anlamı ile gerçek.
Hayatın içinden bir sayfa.
Yer Balıkesir İvrindi’nin Mallıca köyü.
104 yaşında vefat eden Azman Dede, Çanakkale Savaşı'na katılmış gazilerimizden. Gençliğinde iki metreyi aşkın boyu, dev görünümüyle insan azmanı sayılmış, herkes ona azman demeye başlamış, soyadı kanunu çıkınca da Azman soyadını almıştı. Esas ismi adeta unutulmuş.
Kahvede oturuyor, otururken gözleri dalıyor.
Düşünüyor ve gözlerinden yaşlar süzülüyor.
Yaşlı yüzünde ağlamaktan iz yapmış sanki yaşların süzüldüğü yanaklarda damlalar,
Hele söz Çanakkale’ye geldiğinde o koca ihtiyar sarsıla sarsıla, hıçkırıklar içinde ağlamaya başlıyor…

Ve anlatıyor:

- Bir hücum sırasında bölük erimişti. Yüzbaşı telefonla takviye istedi. Gece yarısı siperleri takviye için istediğimiz askerler geldi. Hepsi askere alınmış gencecik insanlardı. Ama içlerinde daha çocuk denecek yaşta üç-dört asker vardı ki hemen dikkatimizi çekti. Bölüğü düzene soktum. Yüzbaşı gelenlerle tek tek ilgileniyor, karanlıkta el yordamıyla üstlerini başlarını düzeltiyor, sabah yapılacak olan süngü hücumuna hazırlıyordu. Sıra o çocuklara geldiğinde, o cıvıl cıvıl şarkı söyleyerek gelen çocuklar birden çakı gibi oldular.

Yüzbaşı sordu:

- Yavrum siz kimsiniz?

İçlerinden biri:

- Galatasaray Mektebi Sultanisi talebeleriyiz. Vatan için ölmeye geldik! diye cevap verdi.

Gönlüm akıverdi o çocuklara. Bu savaş için çok küçüktüler. Daha süngü tutmasını bile bilmiyorlardı. Onlarla ilgilendim. “Mermi böyle basılır. Tüfek şöyle tutulur. Süngü böyle takılır. Düşmana şöyle saldırılır!” diye.

Onları karşıma alıp bir bir gösterdim. Siperlerin arkasında ay ışığında sabaha kadar talim yaptık. Gün ışımadan biraz dinlensinler diye siperlere girdik. Ortalık hafif aydınlanır gibi olunca hep yaptıkları gibi düşman gemileri gelip siperlerimizi bombalamaya başladılar. Yer gök top sesleriyle inliyordu. Her mermi düştüğünde minare gibi alevler yükseliyor, bir gün önce ölenlerin kol, bacak, el, ayak gibi parçaları havaya kalkan toprakla siperlere düşüyordu. Mermiler üzerimizden ıslık çalarak geçiyordu. Siperler toz duman içinde kalmıştı.
“Annem beni yetiştirdi bu yerlere yolladı Al sancağı teslim etti Allah’a ısmarladı”

Bir ara Yüzbaşı “Azman yandık!” diye siperin köşesini işaret etti. O şarkı söyleyerek sipere gelen, sanki çiçek toplarmış gibi neşeli olan o çocuklar, siperin bir köşesinde sanki bir yumak gibi birbirine sarılmış tir tir titriyorlardı. Çocuklar harbin gerçeği ile ilk defa karşılaşıyorlardı. Ürkmüşlerdi. Yüzbaşı yandık demekte haklıydı. Muharebede bir ürküntü panik meydana getirebilirdi. Tam onlara doğru yaklaşırken içlerinden biri avaz avaz bir marş söylemeye başladı!

Annem beni yetiştirdi bu yerlere yolladı
Al sancağı teslim etti Allah’a ısmarladı.
Boş oturma çalış dedi hizmet eyle vatana
Sütüm sana helal olmaz saldırmazsan düşmana.

Baktım hemen biraz sonra ona bir arkadaşı daha katıldı. Biraz sonra biri daha... Marş bitiyor yeniden başlıyorlar. Bitiyor bir daha söylüyorlar. Avaz avaz! Gözleri çakmak çakmak...
Hücum anı geldiğinde hepsi süngü takmış, tüfeklerine sımsıkı sarılmış, gözleri yuvalarından fırlamış, dişler kenetlenmiş bekliyorlardı. O an geldi. Birden Yüzbaşı “Hücum!” diye bağırdı. Bütün bölük, bütün tabur, bütün alay cephenin her yerinden fırladık. İşte tam o anda, tam o anda, o çocuklar kurulmuş birer yay gibi siperlerden fırlayıverdiler. İşte o an. Tam o an bir makineli yavruları biçiverdi. Hepsi sipere geri düştüler. Kucağıma dökülüverdiler. Onların o gül gibi yüzleri gözümün önünden gitmiyor. Hiç gitmiyor! İşte ben ona ağlıyorum, o çocuklara ağlıyorum!
Ben de,
Biliyorum sen de,
Biliyorum bir ülke ağlıyor…
Bunun için akşam evine okuldan gelip saçını kokladığın,
Ali-Ayşe-Fatma-Hasan-Osman-Mesut-Azat-Temel…
Evladını öp…
Anlat bu hikayeyi,
Bir olmak ne demek, birlik olmak ne demek anlasın.
Hala anlamadıysa…
Aklı spora kaydıysa ,
Birde bunu anlat:
Atatürk’ün futbolla ilgili bir anısını da en yakın arkadaşlarından Kılıç Ali’nin oğlu olan devrinin ünlü futbolcusu Gündüz Kılıç yıllar sonra kaleme aldığı bir yazısında şöyle dile getiriyor:

“...Atatürk şerbetini yudumlarken , ‘Gel şöyle otur da seninle konuşalım biraz’ dedi ve bana karşısındaki koltuğu gösterdi. O sıralarda milli futbol takımımız, Halkevleri Takımı adı altında Rusya’da 5-6 maç yapmıştı. Maçların çoğunda fena sonuçlar alınmıştı. Yaşımın pek genç olmasına rağmen ben de o kadroda vardım. Ülkesinde olup biten her şeyle ilgilenen Atatürk’ün Rusya yenilgileri de gözünden kaçmamıştı. İlk sorusu ‘Neden yenildiniz?’ oldu. Kem küm ederek bir şeyler söylemeye çalıştım. Atatürk pek üstelemeden ikinci sorusunu sordu: ‘Peki bu yenilgiler seni çok üzdü mü?’ Son derece üzüldüğümü anlatmaya çalışırken bir el hareketiyle beni susturup kendi konuştu:

‘Dünyada yenilmeyen kimse, yenilmeyen ordu, yenilmeyen takım, yenilmeyen kumandan yoktur. Yenildikten sonra üzülmek de tabiidir. Ancak bu üzüntü insanın maneviyatını yok edecek, onu çökertecek seviyeye varmamalıdır. Yenilen hemen toparlanmalı, kendini yeneni yenmek için olanca gücüyle, azimle daha çok çalışmalıdır. Futbol da strateji bilgisi ve kurmay kafası ister. O yüzden çalışmaya devam,’ dedi.”

O yüzden genç-yaşlı çalışmaya devam

Türkiye için...

YORUM YAZ